Mektup 29: Ali Çavuş ve Meltem Hemşire


Kanlar içinde koşuyor.

Şakağında yerini tam olarak tayin edemediği bir yerden kanlar süzülüyor Ali Çavuş'un. Yüzünün yarısı kanlar içinde, bir gözünü kan bürümüş. Kapkara dumanın bürüdüğü hava yüzünden zaten göremiyor. Havanın kasvetini, ağırlığını yararak ilerliyor. Bedenini zorla ilerletiyor. Elinin tersiyle bir yandan çenesine kadar gelmiş kanları bir yandan şıpır şıpır akan terleri siliyor. Elindeki çamur daha çok yüzüne gözüne bulaşıyor.

Arkasında koşan askerlerden "Allahuekber!" diye kesik kesik sesler duyuyor. Ses bir vızıltıyla kesiliyor. Sonra ikinci bir vızıltı, tam yanından bir mermi geçiyor. Hedef olmamak için kendisini yere atıyor Ali Çavuş. "Böyle bir şey ancak kabusta zuhur eder." diye düşünüyor. Hayret ederek o kabusu yaşıyor fakat yaşamak istemiyor.

Yerde sürünürken aklında iki düşünce var. Birincisi, geleceğin mahiyeti nedir? Buradan sağ salim çıkıp Gülnaz'a kavuşmak çoktan yalan olmuş bir hayal mi? Gülnaz'ı özlüyor, hem de çok özlüyor. Fakat onu düşünmenin sırası değil, biliyor. Aksi halde dikkati dağılacak.

İkinci düşüncesi ise, niçin bu halde olduğu. Ali Çavuş bu noktaya kadar gelmelerine neden olan süreci düşünüyor. Yaşamı boyunca hiçbir zaman geçmiş ve gelecek iki kardeş, bu denli kafasını işgal edip şakaklarındaki damarları zorlamamıştı Ali Çavuş'un.

Bir tepeciğin arkasına siniyor. Geriye bakıp gözüyle kendinden birisini, bir asker arıyor. Fakat yok, hiçbiri yok. Kayboldular veyahut da öldüler. Yönünü tayin edemiyor. Çok kısa bir süreliğine gözlerini gökyüzüne çeviriyor. Gökyüzünün kara topraktan hiçbir farkı yok. Sanki bulutlardan yağmur niyetine kan yağıyor. "İnsanoğlu cennetten kovuldu kovulalı böyle kanlı bir kıyım görmüş müdür?" diye soruyor kendisine.

Ne bunları düşünmesi ne geriye ne gökyüzüne doğru bakması kabul edilemez. Aklı başında hiç kimse bunları yapmaz, bilir ki canı burada pamuk ipliğine bağlıdır. Fakat elinde değil, düşünüyor ve yapıyor. Birazdan ayağa fırlayıp göremediği o erlerden gelen nidalarla ileriye atılacak. Fakat elinde değil işte, yeniden düşünüyor: Acep bu nidalar yaşayanlardan mı yoksa ölülerden mi gelmektedir? Bu kıyım dünyasında kimin sesi daha çok çıkar?

Ali Çavuş dizinden kuvvet alıp ileriye atılıyor.
Büyük bir gürültü.
Sessizlik.

Sol yanına bir havan topu düştü.
Kafasının içinde hep aynı şeyleri tekrarlıyor:
"Arıburnu, Conkbayırı, Anafartalar; Gülnaz, Gülnaz, Gülnaz..."

Yazık ki Ali Çavuş şehit düşecek.

*

"Yazık ki Ali Çavuş şehit düşecek." diyor Habbe Bacı.

Meltem Hemşire kapıdan başını uzatıyor. Yan koğuştan bağırış ve çığlık sesleri geliyor. Belki acıdan belki delilikten haykıran gencecik askerler var orada. Kulağını onlara veriyor fakat gözlerini hep içeride yatan adama dikiyor. Ona ağlamamasını, bir işe yaramasını öğrettiler. O yüzden ağlamıyor, etkilenmiyor, taş yüreklilik ediyor.

Habbe Bacı çekip gidiyor sonunda. Meltem Hemşire bu biçare ile yalnız kalıyor. Ona öleceğini söylemesi, bu müjdeyi vermesi gerek. Çünkü dışarıdaki kıyamet düşünüldüğünde, insan ölümün çok iyi bir haber olduğunu anlıyor. Yanına kadar gidiyor ve karyolada yarı ölü yarı diri yatan bu yarım bedene bakıyor.

Ali Çavuş'un artık sol kolunun ve sol bacağının olması gereken yerde insanı çileden çıkartan bir boşluk var. İnsan oraya baktıkça yalnız gözleri değil, haykırıp bir volkan gibi patlamak isteyen ruhu da dolar ve boğazını düğümler. Meltem Hemşire de bunları bizzat yaşıyor ve ağrıyan göğsünü tutup bir köşeye çöküyor. Birazdan bu gazi adama şehitliğini haber edecek. Fakat nasıl yapacak? Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?

Gözlerini bu yarım beden üzerinde gezdiriyor. Karında derin bir deşik, bir levye girmiş; şakakta bir mermi yarası, sıyırmış. Yüzünde bir tebessüm var gibi geliyor ona. İnsan bu halde nasıl gülümser gibi olur aklı almıyor. İşte o bundan nefret ediyor. Birazdan bu adama öleceğini haber edecek ve adam sevinecek. Cennet'i dünyada yaşamak varken ölecek.

*

Aradan altı gün geçti.

Ali Çavuş ölümünden dört saat öncesine kadar uyumuştu. Uyanınca da bilinci açılmamış, yalnız çığlıklar atarak haykırmıştı. Ona en güçlü uyuşturucuları verseler dahi ruhunun acısını dindirecek bir yol yoktu. Kim bilir sevdiği onu ne umutlarla beklerken o, burada tanımadığı fakat canı gönülden kardeş olduğunu bildiği bir hemşirenin kucağında can veriyordu.

Ruhunu verdiği sırada Meltem Hemşire ile yalnız kalmışlardı. Bir süre daha şuursuzca debelenip nefes almaya devam etmişti Ali Çavuş. Dünya hesabını tartıyor, cephede hiç usanmadan düşünmeye devam ettiği o fikirlerin arasında dolaşmaya devam ediyordu. Bir yolunu arıyordu bu ölümlü dünyadan kaçmanın. Dünyanın ölümlü olduğunu sanıyordu. Ruhunu teslim etmek değil, yaşamak istiyordu.

Çığlıkları kesik kesik devam ederken bilinci açıldı. Meltem Hemşire'yi yakasından kabaca tutarak kendisine çekti. Memleketinden geldiğinden beridir bir kadına bunu yapmamıştı. Gözlerinin feri bir saniyeliğine geri geldi ve o pak yüze bakarak fısıldadı:

"Uyan Meltem Hemşire!"

Ali Çavuş, 26 Haziran günü ölümsüz olduğunu inkar ettiği dünyadan göçüp gitti.
Meltem Hemşire, 26 Haziran gecesi dünyaya yeniden uyanacaktı.

Yorumlar

Popüler Yayınlar