Mektup 41: Feragat

Bırak, dedim. Onlar hükmetsinler dünyada
Bırak, biricik tanrıları inananlara yücedir
Ne din ne politika, seni bu dünyada
Huzura erdirebilecek şeylerdir

Uzun bir süredir kafam iyi değil. Bir insanın kafasının iyi olmaması başkaları için ne ifade eder bilmiyorum ama benim için derin bir düş kırıklığı, kafa karışıklığı ve boşluk anlamına geliyor. Bu yazıyı da artık bunaldığım için kaleme alıyorum. Tüm bu öfkeyi bir başkasına kusmak yerine yazıya kusmanın herkese daha az zarar vereceğini düşünüyorum.

Eskiden günlükler tutardım. Önceki mektuplarda zaten bu günlüklerden oldukça neşeli bir biçimde bahsetmiş, hak etmedikleri bir şekilde onların yok oluşu hakkındaki gerçeğin üstünü kapatmıştım. O günlükler yeni dünyaya yeni gözlerle bakan bir çocuğun umut dolu satırlarıydı. İçlerinde çok güzel çizimler, oldukça iyi yazılmış şiirler vardı. Orada hayat görüşümü tarafsızca yansıtabilir, gözlerden uzak bir şekilde dilediğimi yazabilirdim. Elif bana bir keresinde o yazılanlar için şöyle demişti: "Eğer bundan birkaç yüzyıl önce yaşıyor olsaydın derslerimizde seni konuşuyor olurduk." Herhalde bu cümle, o günlükleri yok etmenin ne denli büyük bir hata olduğunu özetler niteliktedir.

Bu günlükleri yakarak yalnızca hayatımda sabit bir hale getirdiğim bilgileri yok etmedim. Tüm bunlardan aklen de vazgeçmiş bulundum. Onlar benim bir zamanlar var olduğuma dair en net belgelerdi, bir nevi nüfus cüzdanımdı. Şimdi ise yok edilmeleriyle ben hiç var olmamış oldum. Sayfalarla birlikte geçmişimin de yandığına tanıklık ettim. Böylece doğru bildiğim her şeyden de vazgeçtim. Doğru bildiğim bu dünyaya ayak uydurmaktan, sistemin içinde yuvarlanmaktan ve herkesin inandıklarına inanmaktan feragat ettim.

Yazık ki tüm bunları yapmanın bana kaybettireceği şeyleri o zamanlar kestiremiyordum. Ben yöntemsel şüpheciliği kullanarak hayatı sorgulayan Descartes değildim. Çünkü bu bilgi benim öyle bir roman içerisinde kaldırabileceğim, yüzeysel hatlarını inceleyip kurtulabileceğim bir şey değildi. Çünkü bu kurtulabileceğim bir şey de değildi. Bu müzikten, sanattan, sinemadan daha fazlasıydı ve bizzat yaşamın kendisiydi. Bir düşünün, bu çaba içinde yaşadığınız bedenden sonsuza dek ayrılmak ve onu ölene dek dışarıdan bir ruh gibi incelemek anlamına geliyordu. Ve ben bu aptalca şüpheyi hiç düşünmeden kabul etmiş, hayatımın geri kalan her saniyesine ihanet ederek düşünmeye başlamıştım.

Eskiden her satırım işte böyle samimi olurdu. Yazarken yine şuan olduğu gibi ağlayabilirdim. Yazdığımı yaşar ve yaşadığımı da korkmadan söylerdim. Daha cesur, daha güçlü ve daha doğruydum. Şimdi akla kara, doğrulukla yanlışlık, iyilikle kötülük benim için hep aynı şeye dönüştüler. Güzelle çirkin arasında ayrım tamamen ortadan kalktı. Yalnızca bunlarla da sınırlı değil: Böylece ben yaşamla ölüm arasındaki sınırı da kaldırmış bulundum ve ölümün ürperten çekiciliği benim karşımda yalnızca eski bir heyecana dönüştü, oldukça soldu. Artık biliyorum ki bu dünyada kim ölürse ölsün, bir acı çekemem ve tek cevabım sükut olur.

En başta bunu yapmamdaki asıl sebep, üst bir insan olabilme ereğimdi. Düşünebilen ve yaşamın hakikatini bulan insanın üst insan olacağını kafama koymuştum. Ama bu yolda duygularımı, bedenimi ve yaşam zevkimi kaybedeceğimi düşünmemiştim. Gelecekte yaşanan her anı ben kafamın içinde çoktan yaşadım. Şimdi yepyeni bir hadise dünyanın gündemine otursa bile ben ne yazık ki bu olaya karşı pek kayıtsız kalıyorum. Gelecekteki hiçbir macera, hiçbir mekan ve çok üzülerek söylemeliyim ki hiçbir aşk beni cezbetmiyor. Sevgiyi, korkuyu ve hüznü hissetsem de hepsinin sanki bizzat ben değil de başkaları tarafından deneyimlendiğini düşünüyorum. Herkesin benden daha çok hissettiğini, bu dünyayı daha farklı gördüğünü sanıyorum. Bu yüzden nadiren yaklaştığım aşk gibi bu benlik hislerini aklımın en derin kıvrımlarına kazımaya çalışıyorum.

Hayatın gerçekliğinden de bu gidişle şüphe eder oldum. Düşler ile gerçekler arasındaki fark, diğerleri arasındaki farktan çok da fazla değil. Her gece başımı yastığa koyarken ertesi gün gerçekliğin nasıl değişeceğini düşünüyorum. Bir başkasının bedeninde, bir başkasının yatağında uzanırken bulabilirim kendimi. Bundan beş yıl önce ya da beş yıl sonrada uyanmak da pekala normal olacaktır. Bambaşka bir mekanda, bambaşka bir zamanda hiç duymadığım bir dili konuşur halde uyanmak, bu hayata uyanmaktan niçin farklı olsun ki?

Fakat benim en büyük suçum, görüldüğü üzere bu işe girişmek için aceleci davranmamdı. Bu yüzdendir ki çektiğim bu acının tüm mesuliyeti bana ait. Diğerleri gibi basit olabilirdim, diğerleri gibi hayatının anlamını açıklama işini Tanrı'ya sevk edebilir, önüme konan her fikri kabul edebilirdim. Herkesin mensup olduğu gruplara üye olur, ben de sayısız din arasından bana en çok ödül vereni seçebilirdim. Fakat yapmadım ve bu varoluşsal sancıyı yeğledim. En kötüsü de tüm bunları henüz genç yaşımda, cehalet çağımda yaptım. Bilmediğim bilgiyi kullanıp kendi kuyumu kazdım. Ne Camus okudum ne de Sartre. Ama ben de bu hayatta yalnızca ölümün ve intiharın tartışılmaya değer olduğu kanaatine vardım.

Eskiden bir amacım vardı. İnsanlığa hizmet eden, dünyayı değiştirmek için yanıp tutuşan... Göğsümde mukadder bir ateşle durmadan harlanan ve parlayan bir amaç. O ateş önce günlüklerimi ve geçmişimi, sonrasında ise bildiğim ve hissettiğim tüm şeyleri yaktı. Pek çok arkadaş kaybettim, dünyanın pek çoğundan soğudum. Şimdi sadece ölmeyi bekliyor gibiyim. Başka fikirleri kendime afyon ederek yaşamaya devam edebilirdim fakat bu ne kadar doğru olurdu? Herkesin yaptığı bu alçaklığı ben kendime yapabilir miydim? Düşünmeden, sözde bir özgürlükle, pahalı kıyafetler ve teknolojilere paralar yağdırarak, ideolojilere ve popüler dünyaya itaat ederek yaşamaktan daha alçakça ne olabilir?

İçimde nedense bir şeylerin umudu var. Yanlış yolda olabileceğimi düşünerek her gün yeniden uyanıyorum. Burada şüphe etmek hem beni öldüren hem de yaşatan şey oluyor. Bu dünyaya karşı duyduğum şüphenin de şüpheye yeterince açık olduğunu düşünüyorum. Biraz buna inanarak, biraz da kendimi kandırarak geceleri rahat uyuyabiliyorum. Çünkü tüm bunların gerçek olmasından ölesiye korkuyorum. Fakat şimdilik her sabaha uyandığımda aramaktan bıkmadığımız o yüce hakikati görüyorum:

...hiçbir zaman bir hakikatin olmadığı gerçeğini...

Yorumlar

Popüler Yayınlar