Mektup 43: Ara'nın Doğuşu


Başlangıç

Görünen evrenin bilinmeyen bir köşesinde, yıldızların ve bulutsuların ötesinde renkli haleler içinde, adı kimse tarafından duyulmamış, çalınmış ve unutulmuş bir şehir vardır: Ara şehri. Bu şehir tüm evrenin merkezinde, her şeyin ortasında, hiçliğin göbeğinde ve tam da olması gereken yerdedir.

Gördüğümüz bu biricik uzay onun etrafında pervane olur ve onu sıcacık güneşlerin nefesiyle bir bebeği yaşatır gibi koruyup kollar. Çünkü Ara şehri, ilahların ve insanların yaşadığı tek yerdir. Orada görmezler görür, duymazlar duyar ve tüm imkânsızlar mümkün olur.

Bugün bu şehirde ilahların insan ve insanların ilah oluşunun öyküsünü okuyacağız.

Ara Şehrinin Doğuşu

Kimilerinin ilahların ilki saydığı, kimilerinin ise önemsiz biri olarak gördüğü kıvırcık ak saçlı, yeşil soluk gömleği üstüne kahverengi süveter giyen ihtiyar bir adam vardı. Tarihini tam olarak bilmediği, sonunun yaklaştığını anladığı ve cildinin kırış kırış olduğunu düşündüğü günlerin birinde bu ihtiyar bir karar verdi. Ölümüne yakın günlerden o gün, bugüne dek okuduğu binlerce kitabı taçlandırmak için Platon’un Devlet’ini bitirdiği gündü. Kapağını kapattığı ve son kitabını da bitirdiği vakit işte tam o an bu kararı verdi. Gözünü yumdu ve fısıldadı: “Ara şehrini kuracağım.”

Bir kalem ve kağıt alıp yazmaya başlar. Söylentiler hep değişmektedir. Kimisi onun Ara şehrini bir günde kurduğunu, kimisiyse gece gündüz durmadan kırk gün yazdığını anlatır. Bazen bu süre on yıllara, hatta asırlara uzar. İhtiyar adamın ömrü o kadar yetmiş midir bilinmez. Ancak bilinen bir şey vardır ki o da yazmayı bitirdiği an ölüşüdür.

Artık Ara şehri kurulmuş, binlerce kağıdın üstüne işlenmiş mürekkepten kelimelere dönüşmüştür. Son sözcüğün yazımıyla ihtiyar derin bir nefes çeker. Arkasına yaslanır ve nefesini geri vermesiyle kalemi elinden düşer. Artık hayat amacını tamamlamış, sınavını vermiş ve Ara şehrini kurmuş mesut bir adamdır o. Daha ziyade mesut bir cesettir ama mesuttur.

Ara şehrine gerçekte can veren özün, onun ölümü olduğunu kimsecikler bilmez. Onun ölümüyle çimler yeşermeye, ağaçlar göğe yükselmeye başlamıştır. Hemen evinin dışında kapısının önünde gerçekleşen bir dizi olay çorak toprağı canlandırmış, bu ölü diyarın doğumuna neden olmuştur. Evrenin kasvetli sessizliği bu topraklarda orkestralara dönüşmekte, kara toprak üstünde renkli çiçekler açmaktadır. Yeşillikler hızla yayılır, dereler aniden kaynaklarından fışkırarak yollarını bulur ve böylece yeryüzü şekillenir.

Yaşam, umulmayacak bir hızla dağları ve denizleri aşarak kilometrelerce uzaklara yayılıp bulaşmış ve Ara şehri böylece var olmuştur.

Ara Şehrinin İlk Günleri

Ara şehri uzun zaman boyunca yalnızca üzerindeki bitkilere ev sahipliği yaptı. Evrenin öteki ucundan ezeli varlıklar bu şehri uzun uzun gözlemlediler. Büyüyüp serpilmekte olan bu diyarda bir hayvanın yaratılışı asla gerçekleşmedi. Hâlâ bugün bile Ara şehrinde bilinçsiz bir hayvan bulunmaz. Çünkü hayvanlar güdüleriyle hareket ederek ilahların planını bozar. Üstelik doğum ve büyüme süreçleri zahmetli, enerji gerektiren ve çevreyi kirleten süreçlerdir. Bu yüzdendir ki Ara, onların şehri değildir.

Ara üzerinde hayvanlar asla yer edinmeyeceği için uzun zaman orada insanlar da görünmedi. Belki de Ara şehrinin ilk sakini ölümü aniden gelişen ihtiyar dostumuzdu. Yazık ki yetişen şehrin toprakları onu ve evini yutup yeryüzünün en derinlerine gizledi. Bu gizlenişten altı yüzyıl sonra Ara şehrine ilk yabancılar gelmeye başladı.

Bu yabancıların gezgin seyyahlar olmaları dışında kim oldukları bugün hâlâ bilinmez. Onlar belli ki kendilerine yeni bir ev arayan talihli kimselerdi. Çünkü bula bula ev diye ilahların arka bahçesini seçtiler. Orada çoğaldılar, büyüyüp serpildiler. Yeşilliklerin üzerinde yeşilliklerden bile hızla yayıldılar ama bu şehre hiç zarar vermediler.

Bu ilk sakinler iyi kimselerdi. Ara şehri de onları koruyup kolladı, büyüyüp çoğalmalarına izin verdi. Onlara bol meyve, sebze ve su verdi. Ama nihayet vakti gelince hem onlara iyiliklerinin karşılığını vermek hem de sevgisini ispatlamak için onlardan her şeylerini aldı. Çünkü ilahların arka bahçesini yuva olarak seçmenin de bedelleri olacaktı.

Böylece onlar dönüştüler. Yiyemez ve içemez oldular. Akılları gelişti, elleri becerikleşti ve kalp gözleri sonuna dek açıldı. Bu şehirde artık hiçbir şeye muhtaç kalmadan yaşayacak konuma geldiler. Büyüyüp ürediler ve ürettiler, akıllarıyla güçlerine güç kattılar. Yine de açgözlülük edip güçlerini kötüye kullanmadılar. Onlar hiçbir zaman sapkın olmadılar ve nankörlük etmediler. Başka diyarlara gidip de saldırmadılar ya da aralarında bölüşmediler. Ara şehrine sadık kaldılar.

Yıllar geçtikçe Ara şehrinin ilk sakinlerini, atalarını bilmeyen yepyeni bir nesil oluştu. O günlerin birinde içlerinden hamile birinin sancıları tuttu. Bu sancı sekiz gün sürdü ve nihayet birbirlerinden farklı, cinsiyetleri bilinmez üç çocuk doğdu:

ŞERİM                ŞEREF               ŞAREK

Ara Şehrinin Sakinleri Irklara Ayrılıyor

Şerim, Şeref ve Şarek birbirlerinden farklı yaradılışlara sahip üç kardeşti. Şerim ilahların gücüne ve bilgeliğine sahipti, herkesten kuvvetli ve kudretliydi. Halkına yönetici atanmak istendi ve hep eğitildi. Herkes ona bildiğini öğretip de aklına akıl kattı. Şerim halkına yönetici oldu ve ardından gelen kimseler de hep onun gibi güçlü ve akıllı yöneticiler oldular.

Şeref daha farklıydı. Yiyor ve içiyordu, buna ihtiyaç duyuyordu. İşine yarayacak kadar zeki, kendini koruyacak kadar güçlüydü. Yalan söylemenin ne demek olduğunu bilmezdi. Uysal ve boyun eğen biriydi. Ataları uyku nedir bilmezken o saatlerce uyuyabiliyordu. Onun hasta olduğunu düşündülerse de yine sonunda bağırlarına bastılar. Ona ev ve iş verdiler. Şeref kendisine bir kasaba kurdu ve ailesi orada çoğaldı. Ardından gelen kimseler de onun gibi sadık ve uysal işçiler oldular.

Şarek ise içlerinde en vahşi olandı. Onu görenler ilkin hep korku hissettiler. Şarek’in dişleri sivri, başı yamru yumruydu. Gözleri hep etrafta gezer, üstüne atlayıp canını yakacak birini arardı. Onu da diğerleriyle bir tutup çok sevdilerse de o bu sevgiyi istemedi. Fakat nankörlük de etmeyerek usulüyle “Size düşmanım artık.” deyip çekip gitti. Ara şehrinin verimli verimsiz başka topraklarında o da büyüyüp çoğaldı. Ardından gelen kimseler de güçlü, öfkeli ve kavgacı oldular. Onun gibi sivri dişler, hatta bazen kanatlar ve sürüngen derilerle doğdular. Şarek’e bu yüzden “canavarların ilki” dendi.

Sınır Duvar Devri: Ara Şehri İkiye Ayrılıyor

Bir gün Şarek’in soyundan gelen kimseler, diğerlerine isyan etmek istediler. Kendilerine başka bir ülke kurmaya hazırlandılar. Ara şehri içinde çok uzaklara yürüdüler ve çorak bir arazi buldular. Diğerleri de peşlerinden gitmiş, konuşup anlaşmak istemişlerdi. Bu mesele birkaç gün sürdüyse de anlaşamadılar. Nihayet çorak arazinin bitiminde bir ağaç yetiştirerek onu sınır kabul ettiler ve böylece Ara şehrini ikiye böldüler. Ağacın yarattığı bu hududa “sınır duvar”, bu günlere de “sınır duvar devri” dediler. Bir zaman sonra da ağacın yerini unutup onu kaybettiler.

Hududun iki tarafında iki adsız ülke peydah olmuştu. Birbirlerinin muhabbetlerine düşmemek için hiç adlandırılmamışlardı. Yöneticiler duvarın arkasında hiçbir şey yok gibi konuşurdu. Hâlbuki sınırı geçebilen pek çokları vardı. Nedeni bilinmese de çoğunluk Şarek’in soyunun çoğaldığı çorak araziye geçerdi. Yüzyıllarca da bunun nedenini kimse açıklayamadı. Kötülüğün, yıkımın, öfke ve çirkinliğin karşı konulamaz bir çekiciliği vardı ve hiddetle tercih ediliyordu.

İşte böylece insanlar, ilahların bahçesine iyiyle kötüyü sokmuşlardı. Ara şehri bu aciz zıtlıklarla ikiye yarılmış bulunuyordu. İlah olmayanların zavallı aklı işte böyle çalışırdı: Her şeyi zıtlığıyla var etmek, yalnız bu zıtlıklarla çevreyi anlamlandırabilmek. Hâlbuki ilahlar için iyiyle kötünün, güzelle çirkinin, doğruyla yanlışın arasında hiçbir fark yoktu.

Krallıklar Devri: Sınır Duvar Yıkılıyor

Yöneticiler aksini söyleyedursun, taraflardan kimseler hep birbirlerinin sınırlarına geçtiler. Alışveriş ettiler, arkadaş oldular, hatta hayatlarını birleştirdiler. Bu farklı halkların aşkından pek çok evlat dünyaya geldi. Bu biricik aşk meyveleri hem her iki tarafa da benziyorlardı hem de her iki taraftan da farklıydılar. Mavi gözler, sarı saçlar ya da esmer tenlerden daha büyüktü aralarındaki ayrımlar. Güçleri, akılları ve yetenekleriyle hepsi ayrı ayrı takdire şayandı.

Canavar kimselerin özelliklerini taşıyan çocuklar da doğmuştu. Her yeni neslin çocukları öncekilerden daha zeki ve daha çevik oldular ve ayrıştıkça ayrıştılar. Nihayet günü gelince birer birer yuvalarından ayrıldılar. O ve bu topraklarda ayrı halklar kurdular. Sınırdaki kayıp ağacı da bulup onu yaktılar. Sonunda hepsi sınırsız oldular ama kendi sınırlarına kapandılar.

İşte böylece Ara şehrinin sakinleri bölüştükçe bölüştüler, birbirlerinden tamamen uzaklaştılar. İlahların arka bahçesini parça pinçik ettiler. Başka diller konuşur, başka başka selamlaşır oldular. Kimileri dost kaldı kimileri düşman kesildi. Dost da olsa düşman da olsa ilahlar bunu beğenmedi. Zavallı Ara şehrinin sakinleri cennet bahçelerinde yaşarken kendilerini küçük ve aciz krallıklarına sıkıştırır oldular. Sıkıştılar, sıkıştılar ve günü gelince kendi sınırlarının ardında boğuldular:

Yorumlar

Popüler Yayınlar