Mektup 46: Bir Sıkımlık Can

Ömer aklı bir karış havada, benden biraz genç bir arkadaştı. Tas usulü kesilmiş saçları, önde çıkık bir dişi, Anadolu'nun havasına uymayan süt beyaz bir cildi vardı. Köyden tanırdım onu. Köydeki ihtiyarların getir götür işlerine bakar, bazen komik fıkralar anlatıp onların yüzünü güldürürdü. Hele yaptığı bir tipleme vardı ki kadınlardan birini bayıltana kadar güldürmüştü. Millet karnı çatlayana kadar yerlere yatmıştı.

Komik, uysal, anlayışlı bir çocuktu anlayacağınız. Ama tuhaf bir şey vardı ki eğer öfkelenirse Ömer'in gözü kimseyi görmezdi. O mini mini haliyle böyle bir çocuğun nasıl öfkeli olduğuna şaşardınız. Bu öfke zaten yüzüne komik bir hal verirdi, bu haline gülenlere daha çok öfkelenirdi. Kaşları iyicene çatılır, ince dudakları büzüşür, omuzları titremeye başlardı.

Ona ne zaman baksam kentte yaşamayan, Anadolu'da yaşayan bir örnek görüyordum. Güzel umutları vardı, çok mutluydu, üstelik dilediği her şeye yapabilecek serbestliğe sahipti. Ona imrenir, onun gibi olmak isterdim. Ama kentli zavallı ben ne anlasın köy işlerinden? Beceremez, elime yüzüme bulaştırırdım da Ömer yardımıma koşar, hemen beni kurtarırdı.

Köyde bizden başka çocuklar daha vardı ki onları hiç sevmezdim. Ömer'e hep düşman kesilirlerdi. Fakat nedense gider yine onlarla oynar, alçaklık ederdim. Herhalde çocuk aklı, canım kalabalık çekiyordu. Fakat o çocukların hepsi kentlerine döndüğünde işte yine Ömer orada olur, oyun oynamak için beni beklerdi.

Hangi yılın yazıydı hatırlamıyorum, kentten bir sapan getirmiştim. Babam kendisi ağaçtan kesip de oymuş, kayışını kendisi bağlamıştı. Fakat kentte sapanla ne yapılır? Sağa vursan cam, sola vursan cam. Göt kadar evin içinde kıyamet kopardı. Sapanı köye getirdim ki doyasıya vurayım gökyüzünde hayal ettiğim hergele hedefleri.

Çat! Bir ıska. Çat! İki ıska. Çat! Üçüncü de tam on ikiden!

Ömer'e çekinmeden her şeyimi veririm, o da aynen öyle yapardı. Bisikletleri de değiş tokuş ederdik bazen. Eh o günün oyuncağı da sapandı. Ömer'in belki hiç sapanı olmamış, belki olmştu da kırılmıştı. Göz ucuyla baktığını görünce dedim "Konuştur bakalım hünerini!"

Yalnız havadaki o boş hedefleri değil, her hedefi vurabiliyordu Ömer. Şişeler, tenekeler diziyorduk sonra Ömer bir başlıyordu... Soldan sağa hepsini deviriyordu teklemeden kereta. Hiç cam indirmedik, kimsenin de başın yarmadık. Bütün gün teneke avladık. Bana da öğretti. Sollan tutup çekmeyi, sağ gözümü kısmayı, hedefi on ikiden vurmayı... Ben babamdan değil Ömer'den öğrendim.

Çocuk hali, birkaç saat sonra canımız sıkıldı. İnsanın eline ne verilirse verilsin ömrü bir gündür, dediler. Delişmen iki çocuk, istediği her şeyi vurabildiklerini görünce deli kanları kaynamaya başlamıştı. Erkeğin saldırgan iç güdüsü, biriken adrenalin, oyunun verdiği o şuh dolu heyecan... Ne derseniz deyin. Birkaç saat sonra biz, aç gözlerimizle vurmak için canlı bir hedef arar olduk. Nihayet Ömer elektrik tellerine konan güvercini gözüne kestirdi.

Deliler gibi gülüyoruz çünkü becerebileceğimize dair inancımız hiç yok. İlkin ben denedim. Bir atarsın iki atarsın derken her denemem hüsranla sonuçlandı. Eğlence mücadeleye dönüştü. Vurursun vuramazsın, vurursun vuramazsın derken Ömer'e geldi sıra.

Çat! Bir ıska. Çat! İki ıska. Çat! Tam on ikiden...

Ömer'le kalakaldık. Ben, derhal kuşun neden onca ıskaya rağmen taşlara aldanıp kaçmadığını anlamaya çalışıyorum. Bir yandan Ömer'in koluna yapışmışım. Onun kim bilir aklından neler geçiyor. Sapan elinde öylece kaskatı kesildi çocukcağız. Birden ağlamaya başladı. Onu görünce benim gözler de doldu, iki aptal çocuk ağlamaya başladık.

Hemen koştuk kuşun düştüğü yere. Boş bir tarladır, kimse görmez diye atladık otların arasına. Batan dikenlere mi yanalım, kuşu arayıp bulamayışımıza mı yanalım, cinayete mi yanalım? Nihayet bulduk kuşu ama keşke bulmasaydık. Ben korkağım, kaçmayı teklif ettim. Ömer illa bu olayı çözmek, bir şeyler yapmak derdinde. Zavallı kuş başının yarısı yok halde, kanlar akıtarak can çekişiyor. Kanatları yapış yapış olmuş, ayakları tepesine dikilmiş.

"Bir sıkımlık can" diyordu omuzları titreyerek. "Bir sıkımlık can, şuna bak. Ne yaptım ben?" Herhalde Ömer dayak yese bu kadar ağlamaz, içine kapanır kendisini tutardı. Ama bu acı, bir cinayet işlemenin acısı, dayaktan daha beterdi. Neden sonra gözyaşlarını silmeyi akıl etti de bulanık gördüğü kuşu incelemeye başladı.

Ömer büyükçe bir taş alıp "Öldürelim, acı çekmesin." dedi sonunda. Düşünebildiği en mantıklı şey buydu demek ki. Havaya doğru kaldırdı iki koluyla, daha yüksekten düşsün diye. Bırakıverdi taşı. Sonra kaldırıp tekrar. Taşlan vurup da öldürebilirdi ama kendisinde bunu yapmaya güç bulamadı. Herhalde kuşu öldüren taşı tutmayarak, sızlayan vicdanını hafifletmeyi düşündü ve bence başarılı da oldu. Çünkü bana göre Ömer katil değildi.

Kuş öldü. Bırakmadık da orada, mezarını kazdık, ölüsünü gömdük, duasını okuduk. Yalnız imam olmadığı için cenaze namazını kılamadık. Fakat onun dışında her şeyi tamam yaptık. Mezarına taş bile diktik, çiçek bile bıraktık. Her yaz, yeniden bir araya gelip eski yerimize oturduk. Karşı tarlaya, elektrik tellerine bakıp neler olduğunu hatırladık.

Mezarın yerini unuttuk, ben köye gitmeyi bıraktım, Ömer de taşındı. Ama o kuş, kanlı canlı haliyle kafamdan hiç çıkmadı. O zayıf kanatları, çarpık bacakları, bir sıkımlık canıyla...

Yorumlar

Popüler Yayınlar