Mektup 47: Ber'in Öyküsü

Tipi şiddetini arttırmıştı. Kolunu siper ederek, önünü görmeden ilerlemeye çalışıyordu. Bazen bakmak gafletine düşüyor, hızlıca gelen buz parçalarının gözüne girmesinin acısıyla tekrar başını indiriyordu. Durup başını geriye çevirdi, kendisini izleyen kafileye baktı. Sayıları düşündüğünden daha hızlı azalıyordu. Eğer ki bu inadı onları sonunda sıcak topraklara ulaştıramazsa biliyordu ki kendisini acımadan katledeceklerdi. Şimdiden bir aydır yoldaydılar ve buzdan başka şey görmemişlerdi.

Ber, kafilesinin lideriydi. Arkasında onu izleyen kafile arasında eşleri, arkadaşları ve çocukları vardı. Bitmez inadı, ayı gibi gücü, heybetli duruşu kafilesine lider olmasını sağlamıştı. Analarından emdiği sütü, babalarından öğrendiği bilgisi onu onlara baş etmişti. Şimdi onları bu yola soktuğu için kendisine kızıyor ama inadından da vazgeçemeyeceği için elinden bir şey gelmiyordu. Çok fazla mola veriyorlar, hastaları arkalarında bırakmak konusunda direniyorlar, biri düştü mü gidip bıkmadan yardım ediyorlardı. Ber kimseyi arkasında bırakmak istemiyordu. Sıcak topraklara vardığında büyük bir aile olmak, çoğalmak niyetindeydi.

"BEEEER!" diye bir bağırtı geldi tipinin içinden. Birinin düştüğünü düşünüp gerisine baktı ama hemen arkasında durmuş eşlerinden birini gördü. Bu yaşlıcalardan biriydi ve fazla ömrü kalmamıştı. Kadın Ber'i önüne siper etmiş, tipinin üstündeki kuvvetini hafifletmişti. "Soypır Soypır" deyip tükürür gibi ses çıkarttı. Tüküremiyordu, zira soğuktan ağzı bile buz kesmişti. "Üreki soyudun, Soypır!" Tekrar aynı hareketi yaptı. Soypır diyerek Ber'e memleketiyle sesleniyor, "Yüreğimi yaktın!" manasında "Yüreğimiz buz kesti!" deyip lanet okuyordu.

Ber öfkeyle bağırıp kadına siper olmaktan vazgeçti ve adımlarını hızlandırdı.

Tipi hızlanıyordu. Adamlar ve kadınlar çocukların ellerine yapışmasa, üstlerindeki ağır kürkler olmasa bu gidişle hepsi savrulup havaya karışırlardı. Yola çıkmadan evvel Soypır'ın nasıl olduğunu hatırlıyordu. Koşuşan mutlu çocukları, kürkler yapan güzel kadınları ve avlanan güçlü adamları... Daha güneş kaybolmadan kış rüzgarlarına adaklarını adamışlardı ama yine de fayda vermemişti. Fırtına her geçen gün artmış, her tarafı birbirine katmıştı. Komünden pek çokları ölmüş ve hayvanlar telef olmuştu. Ber, bir lider olarak kıyametin koptuğunu anlıyordu. Soğuk kıyamet göz göre göre geliyordu. Ama Ber bir işaret bekliyordu.

O işaret bir gece ansızın rüyasında geldi. Bambaşka yerler, bambaşka zamanlar görüyordu. Kendisini bambaşka bedenlerde, hayvanlarda, bitkilerde görüyordu. Her yerde, her zaman kıyamet kopuyordu. Bazen granit kuleler bombalanır, taburlar evleri basardı. Mermiler göğsü deşer ve havan topları patlardı. Ber ne granit kuleleri biliyordu ne taburları ne mermileri ne de topları. Hiçbirini anlamıyor, rüyasına boş gözlerle bakıyordu. Anladığı tek şey kıyametti. Onların kıyameti kış rüzgarlarından, doğanın kendisinden geliyordu. "Devam edecek ve güçlenecek." diyordu yaşlı bir adam sesi ona. "Yola çıkın ve sıcak toprakları bulun. Güneş'e doğru..." Sonra elindeki kılıcı kaldırıp Güneş'in doğduğu tarafı gösteriyordu. Ber bu kılıcın ucunda buzdan, parlayan bir köprü görüyordu.

Ber bu rüyadan uyanınca tanrıların kendisiyle konuştuğuna hükmetti ve komüne her şeyi anlattı. Liderlerini dinlediler ve ikna oldular. Böylece komün halkı bir aydan beri buz üstünde yoldaydı. Artan tipiye ve yitirilen canlara rağmen yola devam etmekteydiler. Ber bazen çocuklarına eşlerine bakarak, bazen yalnız düşünerek yürümeyi sürdürdü. Onu geriye ittiren rüzgârı göğüsleyerek ve doğaya karşı bir savaş vererek var gücüyle kendisini ileriye ittiriyor, ileride çok ileride sıcak topraklar olduğundan emin ilerliyordu.

*

Ber gibi insanlar henüz takvim nedir bilmiyorlar, zamanı takip edemiyorlardı. Ancak şunu biliyoruz ki iki aylık yol gitmişlerdi. Nihayet tipi durmuş, hava sakinleşmişti. Tabi görünürde hala buzdan başka bir şey yoktu. Ber ufka doğru bakıyor, beyazdan başka renk görmek için can atıyordu ancak nafileydi. Yola devam etmek zorundaydılar. Yorgun düşen komün halkına baktı. Sayıları azalmıştı ama en çok da kadınların ve çocukların sayısı azalmıştı. Yemekleri azalmıştı ama buralarda bir şeyler avlayabilirlerdi. Bu buzluklarda hayvanlara denk gelmişlerdi. Tipi onların da sayısını azaltmış olmalıydı ama bereket ki doğa hayvanları çokça yaratmıştı. Onlar komün gibi birleşmez, tek tek eşlenirdi. Doğa pek yüceydi.

Buzdan bir tepenin içini kazıp mola vermeye karar verdiler. Şimdilik rahata ermişken dinlenmek, avlanmak, burada biraz durmak istiyorlardı. Erkeklere ve kadınlara emir verildi, en güçlü olanları hemen sığınağı kazmaya giriştiler. Erkeklerden pek çokları da kadınlardan bazılarını yanlarına alıp ava hazırlandılar. Kalanlar da kendi işlerine döndüler yahut bebelerle ilgilenmeye koyuldular. Çocukları da kendi hallerine bıraktılar. Ancak zavallılarda oyun oynayacak takat kalmamıştı. Ya sağa sola, analarının kucaklarına uzandılar ya da oturdukları yerden eğlendiler. Büyükçeleri de diğerlerine yardıma girişti.

Ber kendisinin tanrılardan mesaj alan bir lider olduğunu düşünüyor, bu yüzden artık her molada uykuya dalıyordu. Ne var ki tanrılar ona o günden beri hiç rüya göstermemişti. Ama o yine de her uyanışında haber aldığını, ilerlemeleri gerektiğini söylüyordu. Komün halkı da ona mecburen inanıyordu. Yine tanrılardan haber almak umuduyla buzun üstüne uzandı. Sıkı sıkıya kürklerine sarındı. Bu soğukta uykusunda ölmek de vardı ancak o hiç bunu düşünmüyordu. Tek emeli yeniden o dünyaları görmek, biraz daha fazla yaşamaktı.

*

Gözlerini açınca soğuk rüzgâr uyandırmak ister gibi yüzünü yaladı. Rüyasında gördüğü tüm o renkleri düşündü. Ömrü hayatı boyunca öyle renkler görmemiş, öyle kokular koklamamış, öyle şeyler hissetmemişti. İşte başka dünyalar buydu, başka dünyalar böyleydi. Kendi dünyası gibi henüz buz kesmemiş, toprağında bir şeyler yeşeren dünyalardı bunlar. Kökleri ruhlara uzanır, insanları kuşatır, komünleri yaşatırdı. O dünyanın parçası olmak için yanıp tutuşuyordu ve bu yangın, üstüne yattığı buzları bile eritiyordu. Ona delilerin gücünü veriyordu.

Yattığı yerde doğruldu. Ayağa kalkıp sağına soluna bakınınca kimseyi göremedi. Komün onu terk mi etmişti? Yoksa kaçmak zorunda mı kalmışlardı? Çocukların çarıklarını ve adamların kalın cildini örten kürkleri gördü. İşte mızraklar ve eşyalar da oradaydı. Ama insan olandan eser yoktu. Soypır'da küçük bir çocukken kaybolduğunda da böyle hissettiğini hatırladı. Kimseyi görememek, bulamamak korkusu onu telaşa soktu. "Huuuu!" diye bağırarak aranmaya başladı. "Huuuu, huuuuu!" Beyaz kar bütün sesini yutuyordu. Kısa bir yankıdan sonra bütün dünya sessizliğe gömülüyordu. Sonra Ber yeniden bağırıyordu.

Ufukta irice bir karaltı gördü. İlkin kurt olduğunu sandı, hemen başını eğip küçüldü. Aklından türlü senaryolar geçti: Komününe kurtlar mı saldırmıştı? Saldırdıysa karların içinde yatan Ber'i nasıl fark edememişlerdi? Bu büyük avda Ber'i es mi geçmişlerdi? Yoksa Ber gerçekten ilahların koruması altında, kutsal bir adam mıydı?

Karaltının ayağa dikildiğini görünce bunun bir kurt değil, insan olduğunu anladı. Tekrar başını dikleştirip eski heybetli görünüşüne döndü. Göğsünü şişirip sesini duyurmaya gayret ederek "Huuuuuuu!" diye bağırdı. Bu ses öyle gürültülüydü ki insanın duymamasına imkân yoktu. Neredeyse bütün doğa, bütün ilahlar bu gürültüyü duymuş olmalıydı.

Ber, karaltıya doğru koşmaya başladı.

Ayakları derin karların içine giriyor, bata çıka ilerliyordu. Kulaklarına "Rap! Rap! Rap!" diye sesler geliyor, sonra bu sesler susuyor, yerlerini çığlıklar alıyordu. Kışın sessizliğinde bu sesin kaynağının ne olduğunu arıyordu. Sağına bakıyor, soluna bakıyor, yine kendinden başka kimseyi göremiyordu. Ses, onun göğsünün içinden, yangının olduğu yerden geliyordu. Ber, dünyayı ikiye yarmak uğruna o karaltıya, insan bellediği o yaratığa koşuyordu.

Ayağı takıldı. Karlara boylu boyunca serildi. Ağır kürklerin baskısı altında ezildi, zorla kuvvet alarak ayağa kalktı. Yüzündeki karları silince karaltıdan iz olmadığını gördü. Tekrar bir "Huuuuuuu!" çekip endişeyle nefes alıp vermeye başladı. Ciğerlerinin soğuktan alev alev yandığını hissetti. Yalnızlığın korkusuyla kocaman bağırdı.

Arkasını dönünce Ber, hayatında asla karşılaşmadığı ve karşılaşamayacağı o adamı gördü. Simsiyah kürklerin içinde, her tarafı dövmeli o adamla göz göze gelince korktu. Hızlıca elini beline attı ama bıçağını bulamadı. Çıplak ellerini bir ayının pençeleri gibi açtı ve olanca gücüyle kükredi.

"Vahşiliğe lüzum yok." dedi adam sakince. Avucunu açıp Ber' bir çiçek uzattı. Ber soluklarını yavaşlatıp bitkiye baktı ama geride durmaya devam etti. Her şeyi merak ediyordu. Herkesin nerede olduğunu, bu adamın nereden çıktığı, bu dili nasıl anladığını... "Altı ay daha yol gidin." Şimdi parmağıyla ufku gösteriyordu. "Bu yavrucağı gördüğünüz yerde durun. Ora yer yurdunuzdur." Ber, parmağın gösterdiği ufka bakıyordu. Merakla tekrar adama yüzünü çevirince, kar yüzüne çalındı.

Ber, yüzüne kar çalıp onunla eğlenen çocuklar arasında uyandı. İlkin çok kızdı, sonra çok sevindi. Çocuklarla çocuk gibi oynadı, ava çıktı, kürk kesti, kafileye lider oldu. Üç gün içinde bütün komün tası tarağı toplamış, tekrar yola koyulmuştu. Takvimin icadından bihaber bu halk altı ay sonra, bizim takvimimizle 26 Haziran günü çiçeğin açtığı yere ulaştı. Çiçeğin açtığı yer, onlar bilmese de yeni dünyanın sıcak topraklarıydı.

Yorumlar

Popüler Yayınlar