Mektup 48: Kriz
Sahnedeyim. Şimdi herkes yargılayıcı gözlerini bana dikmiş,
bu sıska çocuğun onları eğlendirmek için ne yapacağını düşünüyor. Mahvolmuş
hayatlarının ve ulaşamadıkları hayallerinin acısını çıkartma şekilleri bu.
Kendi sefaletlerini görmezden gelip başka bir kurbanınkine gülecekler.
Kendilerini aşağılayamadıkları için kurbanı aşağılayacaklar. Ağlanacak
hallerine gülecekler.
Ellerim öyle terledi ki mikrofonu düşüreceğim. Heyecandan
omuzlarım titriyor. Şimdiden eğlence malzemesi oldum. Halbuki ben dünyayı değiştirmek
istiyordum. Çok gülünç bir haldeyim. Pantolonum belimden düşüyor, kazaklarım
bana bol geliyor. Yalnız kazaklarım da değil, bütün hayatım bana bol geliyor;
içinde kayboluyorum, ona yakışmıyorum.
“Dünyayı değiştirmek, ha?” diyor yıllardır içimde çıtı
çıkmayan yargılayıcı sesim. “Sen ve dünyayı değiştirmek? Sen sıska, zayıf
bir çocuksun sadece. Gözünü kapattın mı her şey sana kolay gelir, gerçeklerden
tırım tırım kaçarsın sen.”
Bu yargılayıcı sesi duymamak mümkün değil. İnsan kendi
kafasının içindeki sesleri susturamıyor, ondan nefret bile edemiyor. Çünkü bu
ses, insanın kendi sesidir. Konuşulanlar doğrudur, ses haklıdır. Haklı olsa ne
yazar? Bu benim kendi seçimim değil mi? Zıtlıkları içimde var eden, kendimi hem
yücelten hem yeren, onun başımı şişirmesine izin veren… Yine ben değil miyim?
Göğüs kafesimin içi yanıyor. Uzun zamandır böyle şiddetli
olmamıştı. “Şimdi,” diyor. “Beni adam akıllı duyuyorsun. Duyuyorsun
ama duymazdan geliyorsun. Gözünü yine kapatıp işini garantiye alıyorsun.” Sonra
o ses tam da en uygun zamanda yapması gereken şeyi yapıyor ve içime felaketin
tohumunu ekiyor: “Halbuki felaketi doğurmaya gücün yetiyor. Bitirmeye niçin
yetmesin?”
Buradan sonrasını biliyorum, bu senaryoyu biliyorum.
Engellediğim, durdurmak için çabaladığım bir senaryo bu. O ses hep galip
geleceğini sanarak şansını dener. Ben de işleri berbat etmemek için bir kaçış
yolu bulurum. O bana korkuyu öğretir, ben ona susmayı... Böyle karşılıklı
yuvarlanır gideriz.
Şimdi yine ses konuşuyor. Sanki bana iğreti gibi bakan seyirciler
yok oluyor, sahne ayağımın altından çekiliyor. Bu hayalden kaçmak için
gözlerimi kapatıyorum: Yalnız onu duyuyorum: “Gözünü açarsan, birlikte
yapamayacağımız şey yoktur. Gözünü kapatacak güce sahipsen açacak güce de
sahipsindir. Hayalleri göğüslenebiliyorsan acı gerçekleri de göğüslenebilirsin.
Bizim birlikte deviremeyeceğimiz dağ, yıkamayacağımız şehir yoktur. Bu sahnede
bugün ya batmak ya da yükselmek zorundasın.”
Sesin en büyük kozu hep telaşlı yapım oldu. Bir şey gözümde
zorunluluk oldu mu elim ayağıma dolaşır, kontrolü kaybederim. Şimdi o da bu iki
uçtan birini zorunlu kılıyor. İstiyor ki bu iki uçtan gideceğimiz yolu o
kendisi seçebilsin. Ben de bir kukla misali ipleri onun eline vereyim. Güya o,
bu kuklayı sahnede yükseltecek. Ama ben içten içe biliyorum, o bu işi kat’i
mahveder. Yükseltirken düşürmek bir yana dursun, o beni yerin dibine bile
sokar. Bu da yetmezmiş gibi ortadan kaybolur ve tüm bu rezaleti benim üzerime
yıkar.
“Halbuki hiçbir şey bilmiyorsun.” diyor. Güçlükle
göğsümden boğazıma tırmanıyor. Şu içimdeki ses ne muazzam ne zeki bir varoluş.
Bunca enerjiyi benim iyiliğime harcasa şimdiye hidayete ermiştik. Fakat aptal
kafa, tek odağı vardır o da “güç”. Güce tapar, gücü arar, güç ister. Bu
sesin tek emeli güçtür.
Bu kez beni çok zorluyor. Göz ucuyla hocama bakıyorum.
Yalvaran gözlerim “N’olur, hocam.” diyor. “N’olur beni sahneden
indirin de bir rezillik çıkmasın. Söz, ben bu kez adam edeceğim bu sesi.
Tuvalete gidecek, eşek sudan gelinceye dek döveceğim. Etini çimdireceğim onun,
yaramaz çocuk gibi kulağını çekeceğim. Fakat n’olursunuz siz beni bu sahneden
indirin.”
Sanki gözlerim dilsiz olmuş, konuşamıyorlar. Yahut hocam
beni anlayamıyor. Umutsuzca kafasını sallıyor. Bu kafa sallamak olayından
nefret ediyorum. Tek mesaj içeriyor: “Zorundasın.”
Ses beni çok zorluyor. Kalbim deli gibi atıyor. Göğsüm,
boğazım sanki cayır cayır yanıyor. Kan beynime sıçrıyor, kafamın tam ortasına
hançer gibi bir ağrı sağlanıyor. Dişlerimi gacırdatmaktan çeneme ağrılar girdi.
Sesi yenmenin, tüm bu felaketi durdurmanın yolunu arıyorum. Yine seyirciler
gözümün önüne geliyor. Bazılarıyla bakışıyorum, şaşkın şaşkın ve yine aşağılar
gözlerle bakıyorlar.
Keşke ağlak bir çocuk olaydım. Ağlardım, “A koca çocuk
ağladı.” der ve gülüp geçerlerdi. Belki yarın, belki seneye, belki
mezuniyete unutulurdu. Fakat diğer türlü olursa, içimdeki bu kötü ses kazanırsa
ömrü boyunca unutamayacakları bir gün yaşayacaklar. Dünya, değişmek zorunda
kalacak.
Daha fazla tutamıyorum. Sıcak kanın kokusunu alır almaz bir
avucumu göğsüme kaldırdım. Mikrofon elimden yuvarlandı da büyük bir gürültü
kulakları zımparaladı. Kan şimdi burnumdan gözyaşı gibi akıyor. Hemen
birilerini ahlamasını, çığlığını duyuyorum. Sahnede öyle kalakalıyorum çünkü “zorundayım”.
Halbuki kan görünce içi tuhaf olan bir çocuğum ben. Şimdi buna dayanıklılık mı
denir yoksa pis bir inat mı?
Hocam sahneye atlıyor, göz ucuyla gördüm. Bana koşuyor. Burnumdan
oluk oluk kan akıyor, tabi koşacak. Ellerinde herhalde peçeteler… Ben kendimi
daha çok sıkıyorum. O sahnenin bir ucundan durduğum yere yetişene kadar ben
krizin ikinci aşamasına geçiyorum. Boğazımdan yükselir gibi, bir şey beni acı
vererek zorluyor. Kusacağım ama kusamıyorum. Etraf mosmor olunca bayılacağımı
anlıyorum.
Hocama güvenmiyorum herhalde, sahnenin diğer ucuna doğru
yürümeye başladım. Artık hepten göremez, duyamaz oldum. Acı eşiğimi de geçmiş
olacağım ki vücudumda acı hissi kalmadı. Ayaklarımı sürüyerek ilerlerken o
baskıyı bir daha hissettim. Kafam gayri ihtiyari geriye gitti. Nefes alamaz
oldum. Benzim mosmor olunca herhalde herkes bana koşmaya başladı. Gözlerim
yuvalarından fırlayacaktı. Boğazımdan zar zor sesler yükseldi. Bütün bedenim
geriye doğru dolu çuval misali devrildi.
Gerisi karanlık; karanlık ve güvenli, hem benim için hem de
dünya için.
Yorumlar
Yorum Gönder