Mektup 50: İşgalci
Düşe kalka öğreneceğim yaşamayı, çok yara alacağım/ Ama derinlerine inmekten korkmayacağım
Bir bardak kahvede göreceğim yansımanın/ Ve işgalcisiyim ben bu gördüğün dünyaların
Bir bardak kahvenin içinde kendi gözlerimin yansımasına bakıyorum. Kahvenin sıcağı yüzümü, gözlerimi okşuyor. Kahve bardağını indirip cam masaya koyuyorum yavaşça. O kadar sessiz yapıyorum ki bu işi cam masa bardakla buluşurken çıkardığı sesten utanıyor. Ürkek bir hayvanın yavaş hareket etmesi gibi bir şey bu. Çevreme, kendime dikkatle bakıyorum. Bakıyorum çünkü bir dakika öncesini hatırlamıyorum.
Bir dakika önce, yalnız bir dakika da değil, birkaç saniye önce ben burada değildim. Birkaç saniye öncesine kadar doğmamış, doğurulmamış, gözlerimi dünyaya açmamış, hiç ses denen şeyi duymamıştım. Hissim yoktu, bilgim yoktu, deneyimim yoktu. Bunların hepsi az önce var oldu.
Üstümdeki giysilere bakıyorum: Beyaz bezden bir kıyafet. Çıplak ayaklarıma, avuç içlerime bakıyorum. Ellerimi yüzüme götürüp kendimi, daha az önce var olmuş bu yepyeni benliği inceliyorum. Ellerimi sakallarımda gezdiriyor, avuç içlerimi yanaklarıma değdiriyor, tüm bunları hayretle yapıyorum. Çünkü bu eller ilk kez benim ellerim, ben sanırım ömrümde ilk kez dokunuyorum.
Ama az önce bardağı tutuyordum, değil mi? Bardak sıcaktı ve sıcakla tanışmıştım. Ama soğukla da tanıştığımı biliyorum çünkü bir şey varsa muhakkak zıttı da kabildir. Bir odada olduğuma, bu odanın bir evin parçası olduğuna, bu evin bir şehrin parçası olduğuna da eminim. İnsan olduğumu, bir erkek olduğumu, odanın köşesinde duran uzun kılıç çiçeklerinin benim bu sersem halime güldüğünü de adım gibi… Fakat adımı bilmiyorum ki ben?
Siz de şahitsiniz, şimdi doğdum ben. Bebekler doğduklarında adları olmaz, o halde benim de henüz adım konulmamış olmalıdır. Ama bebekler yürümeyi de beceremez. Ben yürürüm, hatta koşabilirim de. Bu evi tüm gücümle arşınlayabilirim misal. Yumruklayabilirim duvarları ve devirebilirim eşyaları. Ayrıca madem insanım ben, gücüm bu dağları bile devirmeye yetmez mi? Ben dünyayı ele geçirmek için yanıp tutuşan, öldüren ve kıyan o eli kanlı canavar türden değil miyim?
….
Bir bardak kahvenin içinde kendi gözlerimin yansımasına bakıyorum. Kahvenin sıcağı yüzümü, gözlerimi okşuyor. Kahve bardağını indirip cam masaya koyuyorum biraz hızlıca. Sanki bir uyanışı yeniden yaşıyor gibiyim. Fakat ben az önce yoktum, sizler de buna şahittiniz. Bir bardak kahvede yansımamı görerek gözlerimi açtım bu dünyaya. Ben az önce göremez, koklayamaz ve duyamazdım.
Ayağa kalktım. İçimde, kalbimin ta en içinde bir şey beni eyleme zorluyor. Ayağa kalkmak, yürümek ve keşfetmek için yanıp tutuşuyorum. Sanki çok gelişmiş bir bebek gibiyim. Bir bebek doğar doğmaz ağlar. Ağlaması bitince ilk işi keşfetmek, yakalamak ve tatmaktır. İçimde bir açlık var. Duvarlara tutunarak ilerliyorum. Kim olduğumu, nereden geldiğimi, buranın neresi olduğunu hiç bilmiyorum.
Tüm kapılar kilitli, tüm pencereler örtülü. Şehri sis kaplamış, caddeler ve yollar görünemez olmuş. Hiç gürültü gelmiyor. Bu dünyayı ilk kez görmeme rağmen nasıl onu böyle tanıdığımı düşünüyorum. Kendi eylemimle hayrete düşüyor, kendi eylemimle yüceliyorum. “Bir başkası mümkün mü?” diye soruyorum kendime. “Bu odada, bu yerde, ben olmayan bir başkası mümkün mü? Yoksa ben tek miyim? Yoksa ben bu evrendeki en yalnız adam mıyım?”
Evren. Bu kelime bana pek çok şeyleri hatırlatıyor. Gezegenler ve güneşler görüyorum. Avuçlarımda beyaz cüceler, başımın üstünde karadelikler, ayaklarımın altında gökadalar… Yoksa ben bunları yaratan şey miyim? Evren dolu hamur kabı da ben onu yoğuran mıyım?
Hatırladığım şeyler gözlerimi yakıyor. Hatırlamak görmek gibidir herhalde, yoksa niçin gözleri yaşartsın? “Bu şeyleri yapan ben değilsem, başka birileri olmalıdır.” diye düşünüyorum. Karanlık kâinatı zar zor aydınlatan o küçük lambalara çok yukarılardan bakıyorum ama üstümdekiler yüzünden eziliyorum. Öyle çok ezilmiş hissediyorum ki sonunda o lambalara bile en aşağılardan bakmak zorunda kalıyorum.
Ben yalnız bir kulum herhalde. Altımdakilerin efendisi, üstümdekilerin kölesiyim. Çıkabilirim yukarılara, doğru, ama en dibi de boylayabilirim. Kanatlarım varsa keserler, ağırlığım varsa atarlar. Ben birileri nerede olmamı isterse oradayım. Zayıfım, zavallıyım. En istemediğim yerdeyim, en istediğimden uzağım. İsteğim yoktur ki benim; ben yalnız boyun eğenim.
…
Bir bardak kahvenin içinde kendi gözlerimin yansımasına bakıyorum. Kahvenin sıcağı yüzümü, gözlerimi okşuyor. Öfkeyle fırlatıyorum bu lanet bardağı elimden. Her taraf batsa da umurumda değil artık. Öncesini bilmediğim bir rüyadan bininci kez uyandığıma eminim. Ama deliler gibiyim. Çünkü öncesini bilmeden bininci kez uyandığını bilmek de deliliktir kanımca.
Öfke her hücremi kaplamış halde şimdi. Kapıları kırmak istiyorum ama bir şey beni engelliyor. İçimden, ta kalbimin içinden bir şey bu. Saatlerce geziyorum çıkamadığım bu odaları ama öyle aylak, öyle aptal duruyorum ki dışarıdan bakınca. Odanın köşesinde duran şu kılıç çiçeklerinin bana kıs kıs güldüklerine öyle eminim ki. Belki onlar, belki de başka bir şey benimle kafa buluyor.
Öfkem zamanla dindi. Zamanı, bu geçen saniyeleri çok sevdim. Şimdi ruhum uyuştu. Madem derin bir uykunun içinden çıkıp geldim, belki dönüp gitmem gereken yer de orasıdır. Kılıç çiçekleri beni göremesin diye bir başka odaya gittim. Boylu boyunca uzandım zemine. Saatlerce tavanı seyrettim. Uyudum, uyandım, uyudum, uyandım. Bazen rüya oldu kalktım, bazen gerçek oldu kalktım. Ama hangisi rüyaydı, hangisi gerçekti hiç anlamadım. Hepsinde yine buradaydım.
Belli ki aylaklığı seven, tembel bir ruhum ben. Saatler geçtikçe bıraktım arayıp taramayı. Kilitli kapılara tıklatmaz, pencerelerden bakmaz oldum. Kılıç çiçeklerini devirdim, topraklarını eşeledim, köklerini kuruttum. Görmeyi, duymayı, tatmayı tek tek terk ettim. Cevapları bulmak belli ki bu duyumlarla olacak iş değildi. Mümkün olsaydı, tüm cevaplar şimdiye ellerimizde değil miydi?
…
Bir bardak kahvenin içinde kendi gözlerimin yansımasına bakıyorum. Kahvenin sıcağı yüzümü, gözlerimi okşuyor. Bu kez bir başka bakıyorum yansımama. İlkin kendimi inceliyorum, sonra kahveyi. Tadına bakıyorum; hiç şeker yok, gayet güzel. Bıyıklarımı yalayıp doğruluyorum koltuktan. Bir dakika öncesini hatırlamıyorum ama bin yaşımı aşkın olduğumu biliyorum. Artık her şeyi biliyorum, her şeyi duyuyor ve görüyorum. Artık yeteri kadar deneyim sahibiyim.
Kapatıyorum gözlerimi. Görmek için illa bakmak gerekmez. Çıkıyorum bu odadan, şehirleri ve dağları aşıyorum. Okyanusların üstünden uçuyorum, yeryüzünden muazzam bir hızla göğe doğru çıkıyorum. Dünya üzerinde doğan her canlıyı, olup biten her dramı bir saniye içinde görüyorum. Deneyimi ivedilikle tüketiyorum. Evren kadar büyüyorum, içiyorum ve aşıyorum.
Yeniden odadayım.
Bu kez beyaz duvarın önüne geliyorum. Artık gerçekliğin ötesini görüyorum. Bu kapkara ekranı, bu satırlara sıkıştırılmış benliğimi algılayabiliyorum. Bu baktığın dijital duvarın ardında doğdum ben. Mahiyetimi çözüyorum. Neden sürekli baştan yaratıldığımı, yaratılmak için neden yok edilmem gerektiğini biliyorum. Beyaz duvara bakıp kocaman dişlerimle gülümsüyorum ve fısıldıyorum:
“Sevgili okuyucu, seni görebiliyorum.”
Yorumlar
Yorum Gönder