Mektup 54: Miryam

Koynuna düşen siyah saçları elleriyle tarıyordu. Nemli taşlara başını koymuş, ağzından sular akar vaziyetteydi. Zavallının aklı yoktu. Bir zamanlar aklının olduğu yerde şimdi herhâl başka şeyler vardı. Tüm bu dediklerimizi duyar gibi, başını salladı. “Yedi adam vardı.” dedi cevaplar gibi. “Yoksa yedi kadın mıydı? Belki yedi adam aslında yedi kadındı.” Sonra ağzı açık, gözlerini duvara çevirip kimsenin görmediği şeylere baktı. “Yedi insan vardı her halükârda.” Sonra yine tereddüt etti, gözlerini kapatıp yüzünü buruşturdu. “Ama hepsi insan mıydı?”

*

Biz henüz İbrahim’le tanışmadan çok evveldi. O zamanlar genç bir adamdı. Atası öleli iki bahar geçmiş, eski kerpiç evinde oturmaktaydı. Masasının başında öğle sıcağında çalışmaktaydı. Rafından indirdiği çeşit çeşit otlarla atasının ona öğrettiği şeyleri deniyordu. Eline aldığı altı çeşit otun ne oranda birleşince insanı nasıl uyuşturabildiğine bakıyordu. Atasından aldığı ilmi geliştirecek olan oydu.

Bir havanda dövüp otları karıştırdı. Ortaya çıkan koku burnunu gıdıkladı. Bir bez parçasını ağzına bağlayıp işine devam etti. Öğle sıcağının uyuşukluğunda sineklerin meraklı bakışlarla seyrettiği İbrahim’den başka kımıldayan tek bir yaprak bile yoktu. İbrahim, bir şamar sesi işitti.

İlkin ne olduğunu anlamadı. Görmekle bakmak aynı şey olmadığı gibi, duymakla da işitmek aynı şey değildir. Herhalde İbrahim işitmiş ama duymamıştı. Fakat şamar ikinciye daha sert inince İbrahim bu kez duymak zorunda kaldı. Hızlıca başını işinden kaldırdı. Altı saniyelik bir duraksamanın ardından havanı tekrar ezmeye başlayınca bu kez üçüncü ve daha ağır şamarın sesi duyuldu. Şamarın ardından da küçük bir kız çocuğunun çığlığı. İbrahim işini bırakıp ayağa kalktı.

Aklında hiçbir düşünce yoktu. Şamarı yiyen kız çocuğuna ne faydası dokunabilir, kendi malı olan bir kıza vuran babaya ne söylenebilirdi? İçinden hiçbir cümle geçmemesine rağmen yalnız bir refleks olarak ayağa kalkmıştı. Kapısını açıp dışarıya, kavuran güneşin vurduğu yollara baktı. Yolların üstünde gözleri yakan o sıcak buğunun izini gördü. Şamarı atan da yiyen de ortalıkta yoktu.

Ağzından bezini çekip aynı elini gözlerine siper etti. Suratını yakıcı dünyaya buruşturdu. “Belki de şamarı yiyen beceriksiz bir çoban?” diye geçirdi aklından. Halbuki sürü nerede, çoban neredeydi? Kapısını geri kapatıp içeri girdi.

O kapısını kapatır kapatmaz bir şamar sesi daha! Bu sefer bir saniye bile beklemeden hemen geri açtı kapıyı. Kendisini kandırmaya çalışan cinler miydi bunlar? Yoksa efsanelerde duyduğu o doğa güçleri miydi? İbrahim inanmazdı böyle şeylere. İbrahim atasından bildiğine inanır, bu kerpiç evin içinde mutlu mesut yaşardı. Bazen insanlara yardım eder, çarşıda alemle alışveriş eder, onlara kurumuş otlar satar ve yemeğini alırdı. Küçük çocukları severdi ve bazen başlarını okşardı. En çok da çoban çocuklarla dertleşmeyi, onlara akıl vermeyi severdi.

Bu kez yakıcı buğunun ardında, toprak yolun diğer tarafında ağacın gölgesine sığınmış küçük kızı gördü. Simsiyah saçları, kapkara kalın kaşları vardı. Pejmürde elbiseleri içinde gölgede dikiliyor, İbrahim’e kapkara gözlerini dikmiş bakıyordu. Güneş ne çok parlak ve yakıcıysa, kızcağızın gözleri de tam tersi kapkaranlıktı. İbrahim bunca ıraktan onları küçük siyah iki bilye gibi görüyordu ama kendisini sanki o minik siyah bilyelerin içinde gibi görüyordu.

“Huuuu!” diye seslendi İbrahim. Uzaktaki yabancılara burada böyle seslenilirdi. Kız da halbuki buralı olsa ve bunu bilse “Huuu!” diye geri cevap verecekti. Ama kız cevap vermedi, eteğini tuttuğu gibi ağacın arkasına koştu. Zayıf ağacın ince gövdesi ardından başını utangaç bir ceylan gibi çıkarıp İbrahim’i meraklı bakışlarıyla yanına davet etti.

İbrahim burada genç kızların kur yapıp eş aradıklarını pek çok kereler görmüştü. Ama bu kızcağız hepsinden çok ufaktı. Ne yaşı ne de aklı böyle şeylere ermezdi. Beziyle alnından akan terleri silen İbrahim, kapısını çekip yola çıktı. Sağına soluna bakınıp kızın bir yakınını aradı yahut bunun bir dalavere olup olmadığını anlamaya çabaladı. Fakat ortada ikisinden başka kimsecikler yoktu. Zaten aklı olan da bu sıcakta ortalarda olmazdı. Demek yalnız bu ikisi akılsızdı.

İbrahim toprak yolu aşınca kız ona minik elini uzatıp “gel” işareti yaptı. İbrahim bu küçük kızın kendisini bir kukla oynatır gibi buraya sürüklemesine anlam veremedi. Ağacın yanına varınca kızı orada eliyle ağaca yaslanmış vaziyette buldu. Kendisi de diğer taraftan eliyle ağacın gövdesini tutarak diz çöktü. Kendi diliyle kıza “Burada ne yaparsın?” dedi.

Kız incecik sesiyle yalnız “Çoban.” dedi.

“Koyunların nerededir?” dedi İbrahim şaşkınlıkla.

“Koyunum yoktur.” dedi kız.

“Koyunu olmayan çoban olur mu hiç?”

İbrahim kızın bu dediklerine hiç anlam veremedi. Dizinden destek alıp da ayağa kalktı. Küçük kızın elinden tutup karşı tarlalara doğru yürümeye başladılar. “Koyunu olmayan çoban olur mu hiç?” diye söylendi tekrardan kendi kendine. Bu söylenme hem bir düşünme hem de alçak bir tonda sorulmuş soruydu. Kız üstüne alınıp da cevap vermedi. Bir eli İbrahim’in elinde, diğer eli eteğinde sessizce yürüdü. Tarlaya gelince İbrahim kızar gibi söylendi Ortadoğu insanının o sesiyle. Eliyle tarlaları ve dağları işaret etti. “Hani sürün nerede?”

Kız güldü birden.

İbrahim bu gülüşün bambaşka diyarlardan, bambaşka zamanlardan geldiğini hissetti. Küçük kızın gözlerine yine baktı. Bu kez iki küçük bilye iki dev karadeliğe dönüşmüştü. İbrahim artık kendisini kızın gözlerinde durdukça büyüyen ve genişleyen bir şey gibi gördü, karadeliğin içinden tüm evreni arşınladı. Gözlerini korkuyla kırpıp başını sallayınca yine kendisini tarlalara bakar vaziyette dikilir buldu. Küçük kızın elini bırakıp korkuyla geri adım atıp kıçının üstüne düştü.

Küçük kız sanki anın ufacık bir saniyesinde onun yanına geldi, ateşine baktı, başını okşadı. Kız onun elini tuttu, o da hiç sesini çıkartmadı. Kalan küçük ömründe İbrahim hep bu küçük kızın elinden tutup çektiği yöne gidecekti. Halbuki bu ilk seferinde küçük çobanın sürüsünü kaybettiğini düşünüp ona yardım etmeye çalışıyordu kendi aklınca. İbrahim haklıydı, küçük kız çobandı. Ama sürüsünü henüz kaybetmemişti, yeni topluyordu. İbrahim de onun sürüsündeki altı koyundan yalnız biriydi. Ortadoğu’nun sıcağında, bu yaz gününde siyahlara bürünmüş bir koyundu İbrahim.

*

“Her şeyi ben başlattım.” dedi kadın başını taşlara vurup. “Yazık bana, artık sustular. Defolup gitsinler aklımın dehlizlerinden. Ben onlar yüzünden çok çektim. Çoban oldum da koyunları topladım ama benim aklımı onlar yediler. Onlara çok şey feda ettim.” Siyah taşlı duvarlara elleriyle vurdu. “Sizden alacağım vardır.” diye bağırdı. Demir parmaklıklara dönünce gözleri fal taşı gibi açıldı. Parmaklıkların arkasından acıyan gözlerle onu seyreden altısını gördü. Bunlardan biri karalara bürünmüş İbrahim, biri kendi gibi genç bir kadın, biri güçlü bir asker, biri dev gibi bir vahşi, biri ise acaib’ü garaib sekiz kollu bir yaratıktı. Fakat altıncısı daha önce hiç göremediği biriydi. Pek şaşırdı. Çirkin dişlerinden salyalar akıttı. Altıncısına yardım ister gibi elini uzatıp acıyla haykırdı:

venite · vidite · tactus · sentire · vivet

Yorumlar

Popüler Yayınlar