Mektup 57: Malikâne
Kaybolmuş olman sana ait olan bir gerçeklikte kaybolduğunu değiştirmez. (Ayda)
Bir patikadan koşuyorum. Ormanın içinde bir yerlerdeyiz, bir
şelaleye yakınız. Şelaleyi kurduğumuz asma köprü üstünden geçiyoruz, bir dağın
yamacından dolanıyoruz. Dağın sırtında uzun bir taş duvar göz alabildiğine
uzanıyor. Ayda'nın elinden tutuyorum, birlikte koşuyoruz. Sırta, duvarın
sonuna doğru koşuyoruz. Güneş bizi yakıyor, dev ağaçlar seyrekleşiyor. Suyun
şırıltısı duyulmaz oluyor. Aniden kendimi başka bir yerde buluyorum.
-
Ayda'nın elinden tutuyorum. Parmaklarını, avucumun içinde
küçük dokunuşlarla hissediyorum. Bir başak tarlasının ortasında rüzgâr hafifçe
saçlarımızı dağıtıyor, boynumuzu okşuyor. Havanın serinliği, gökyüzünün
berraklığı, bu ölesiye sessizlik beni benden alıyor. Rüzgârın hafif uğultusu. Ayda, eminim, gülümsüyor. Hepimizin peşinde
olduğu huzurun orta yerindeyiz.
Karşımızda birkaç yüz metre ileride mülkü görüyoruz. Kocaman
eski bir malikâne. Başımızı kaldırıp heybeti karşısında hayret ediyoruz.
Çatısına, pencerelerine, kırık ahşap verandasına uzun uzun bakıyoruz. Ayda hafifçe elimi sıkıyor. Korkusuna rağmen karşısındakine güven vermeye çalışan
birisinin el sıkışı bu. Kendi küçük kalbi belki deli gibi atarken Ayda bana
güç veriyor.
Verandanın basamaklarından çıkıyoruz. Onun elini çoktan
bıraktım. Birkaç adım önünde, kendimden emin ama bir o kadar da tekinsiz bir haldeyim.
Dev ahşap kapıları iki elimle ittiriyorum. Berbat bir koku. Çürümüşlüğün ve
unutulmuşluğun o iğrenç kokusu. Çatlaklarından ışık huzmeleri akan karanlıklar. Yıllardır temiz hava almamış toz tutan eşyalar. Kırık dökük parçaların
çıtırtıları.
Minik adımlarla bu dev salonun ortasına geldim. Dönerek
etrafa hayretle baktım. Başım hep yukarılarda. Üst katlara çıkan sağlı sollu
iki büyük merdiven, merdivenlerin altında sonsuz bir kütüphaneye açılan sürgülü
kapılar göze çarpıyor. Solda taş duvar örülmüş pencereler ve sağda mutfağa
açılan küçük kapıyla portmanto. Artlarında küçük renkli tablolar, kimisi
parçalanmış kimisiyse çürümüş. Bunlar yıkılmışlık ve devrilmişlik tabloları.
-
Üst katta, merdivenlerin sonundayım. Korkuluklardan aşağıya
bakıyorum. Bana gözleriyle geri dönmemi söylemeye çalışan Ayda'yı görüyorum.
Birkaç adım geri attığını, alenen korktuğunu belli ediyor. Ben de korkuyorum.
Bu merdivenleri üçer beşer atlayarak inmek, bu dev kapıdan kendimi dışarıya
başakların içine atmak niyetindeyim. Koşmak, patikaya geri dönmek istiyorum.
Korkuluklara sımsıkı yapışıp bunları düşünürken arkamdan, özlem duyduğum o
evrenlerin tınılarını ve kokularını duyuyorum. Sonsuz karanlık koridora
bakıyorum.
Birkaç adım o karanlığa girip sırtıma ışığı aldım. Buradan
sonrası açıkça ışığı terk etmektir. Koridorun ilerisinde parlayan bir çift göz
görüyorum. Yüreğim ağzıma geliyor, dişlerimde çarpan kalbimin zonklamasını
hissediyorum. Geriye sendeleyip korkuluklara geri yapışıyorum.
İşte burada verilecek kadar, kahramanı kahraman yapan
karardır. Çünkü ben niçin doğduğumu biliyorum. Bir şey kaybetmiş değilim, her
şeyi yeni buluyorum. Ayda'nın en güzel cümleleri hep aklımda dönüp duruyor.
Şimdi korkuluklardan aşağıya atlamam, bağırarak kaçmam gerek. Ama hep kaçtım
ben. Kendimden, bu dünyadan ve bildiğim her şeyden. Bu kez kaçmak istemiyorum.
Karanlıkların içine dalmak, deliler gibi onunla dövüşmek istiyorum. Tanrı’yla
su kenarında güreşe duran Musa misali; acep kim yenecek?
Korkuluklardan güç alıp aniden ileri atıldım. Sağ omzumu siper edip o bir çift gözün üstüne çullanıyorum. Kahretsin ki bu, arkası boş bir aynaymış. Dört metre yüksekten düşüyorum, taş zemine yapışıyorum. Burnum sızlıyor, yanağım acıyor, göğüs kafesim daralıyor. Omzum çıkmadı fakat feci bir acı hissediyorum. Bir elimde destek alıp kalkıyorum. Burası, o diğer evrenlerin dönüp durduğu yerdir. Taştan bir avlu, taştan kemerler ve heykeller vardır. Ortadaki dev kayanın üstünde benim tarihim yazar. Yosunlu tarafları güneye bakar, güneş burada Batı’dan doğar.
Burası benim evrenimdir.
Kafamı kaldırınca kemerlerin üstünde boşlukta süzülen taştan
ve evrenden yapılmış kapıları görüyorum. Bunlar başka evrenlere açılan ve beni
diğer altısına götüren kapılardır. Bir zamanlar onlardan geçer, onlardan
içerdim. Şimdi toz tutmuş bu malikâne içinde bir soframız vardı. Bir ucunda
kraliçe, bir ucunda tanrı otururdu. Bütün gün yer içer, yer içerdik.
Kapıları içeriden neşeyle ittirir, şehrin sakinlerini
selamlardık. Onlar hep bir kutlama havası içindeydiler. Bazenleri bu kapılar mutlu
şehirlere değil de sükûn bir kumsala açılırdı. Oralarda hava kapalı olur, ben
yalnız yürür, ayaklarımı kumlara ve sığ suya sokar, günlerce yürürdüm.
Bazenleriyse bir bahçeye inerdik. Bu bahçenin köşesindeki ağaçtan kubbenin bir
ucunu görür, geçmişi yad ederdik. Geçmiş savaş doluydu, geleceğe şükürler
olsundu!
Şimdi hepsi yıkılmış, hepsi terk edilmiş. Ben buraları
unutmuşum. Aynadaki gözleri bile başkası zanneder olmuşum. Kendimle güreşmişim,
kendime dövüşmüşüm. Bana yazık olmuş. Bu taş kapılara, diğer altısına ihanet
etmişim. Beni özlemişler ama ben onları hiç özlememişim.
-
Düştüğüm kırık aynalı kapıdan Ayda kafasını çıkartıyor.
Konuşamıyor. Gözlerinde dehşeti görüyorum. Buraya yaklaştığını söylemeye
çalışıyor ama korkudan küçük dilini yutmuş. Kubbenin yıkıntılarını aşan o
karanlıklar, işte onların bir atası vardır ki o buraya geliyor. Krizlerde
konuşan, bizi ikilemlere sokan iblis hep odur. Bizi burada bulursa sağ koymaz.
Ayda yanıma atlıyor. Karanlıkların dört bir yandan akın
akın geldiğini görüyorum. Onun koluna yapışıyorum. Gözlerimizi sımsıkı
kapatıyoruz. Rastgele bir kapının rastgele evrenine yollanıyoruz. Gözümüz
kapalı olacak ki gittiğimiz yeri bilmeyeceğiz. Biz bilmeyeceğiz ki karanlıklar
da bilmeyecek. Zaten en çok da bu yüzden dehşet içindeyiz.
Kaçtığımız karanlıklar yalnız biziz.
Yorumlar
Yorum Gönder