Mektup 58: Cebrail
Nihayet Şişli’deki huzurevindeyiz. Asistanım Aykut, son iki
haftadır düzenli aralıklarla beni buraya gelmemiz için ikna etmeye çalışıyordu.
Zener kartları ile yaptığım DDA çalışmalarımı ilkin oldukça küçümsemiş,
sonraları nedendir bilinmez, pek hevesli olmuştu. Çantalarımızı emanete
bıraktığımızda büyük bir yükten kurtulmuştum. Görevliye ceketlerimizi verdik. Bir
diğeri bize eşlik edip yolu gösterdi.
"Ziyaretçi salonundalar. Yemeklerini daha yeni
yediler…" Onlara yiyecek ikram edersek dikkatli olmamız hakkında birkaç
bir şey daha dedi ancak dinlemedim. Aykut ile salona girdik. Başını hafifçe
eğip fısıldadı: "İşte şurada, köşede oturan, saçları gür herif."
Ne zamandır bana bu adamdan söz ediyordu. Nereden
öğrendiğini bilmiyordum ama bu adamın deli halleri olduğundan ama hiç de deli
olmadığından bahsetmişti. Aykut haklıydı. İlk bakışta ona kaçık yaftası
yapıştırmamak mümkün değildi. Çünkü alışılmadık bir biçimde gözlerini kırpmadan
tavana dikmiş, bakıyordu. Üzerinde kırmızı bir kazak vardı. Sandalyesini ta en
köşeye koymuştu.
"Gidip konuşabiliriz." dedi ayakta beklediğimi
görünce.
"Birden yanına gitmek dikkat çeker, bilirsin."
dedim.
"O zaman ben bir sigara içeyim, sen de yaşıtlarınla
takıl burada." Diyerek sırtıma vurdu ve salonun balkonuna yöneldi.
"Yaşıtların…" derken ifadesinin çok alaycı olduğunu biliyordum ama
haksız da sayılmazdı. Etrafa göz atmaya başladığımda kendime resmen bir hedef
seçiyordum. İhtiyarlarla konuşmak uzun süredir yapmadığım bir şeydi. Ama sonra
aniden Cebrail denen adamın bana baktığını gördüm. Tavandan daha çok ilgisini
çekmişe benziyordum. Bana gülümseyip eliyle gelmemi işaret etti.
"Bu çok saçma." diye düşündüm. Fakat sonra buraya
gelen birçok insanın girdiğinde ne yapacağını bilmediği aklıma geldi. Büyük
ihtimal bu herhangi bir misafire yapılan herhangi bir karşılamaydı.
Ona yaklaşırken buradaki çoğu insandan genç olduğunu fark
ettim. Bir ihtiyardan çok düşküne benziyordu ama oldukça da sağlıklı bir
görünüşü vardı. Yüzünde pek fazla kırışıklık görmedim. Ben yanındaki iskemleye
otururken gözlerini tekrar yukarı dikti. Kollarını da iki yana dayamıştı.
"Hep böyle tavana mı bakarsınız?" diye sorsam
oldukça küstah olacaktı. Bu yüzden basit bir "Merhaba" ile başladım.
"Hangi hastaneden geliyorsun?" dedi. En azından
hastaneden geldiğimi tahmin edebilmişti.
"Bugün evimden geliyorum." dedim kıkırdayarak.
"Adınız ne?"
Kafasını indirdi ve bir süre yüzümü inceledi. Sanki
"Zaten bilmiyor musun?" der gibi bir hali vardı ama yine de bozuntuya
vermedi: "Adım Cebrail."
"Adım
Cebrail."
Bu cümle bende tuhaf bir etki uyandırmıştı. Bir romanın ilk
cümlesini okur gibi hissettim. Hayat hikayeleri hep böyle başlıyordu. Bir
insanın kendi adını söylemesinden ziyade, aslında "Bakın ben de herhangi
bir isme sahip herhangi bir insanım." deme şekli gibiydi.
Adımı sormadı. Büyük ihtimal buradakiler ziyaretçilerin
adlarını pek önemsemiyordu. Kendimi onların yerine koydum. Bana da günlerce
tonla ziyaretçi gelecekti ve hepsinin tek tek adını mı ezberleyecektim? Bu
onlar için önemsiz bir ayrıntıydı. İnsanlar, ihtiyarlar için deneyimsizliğin ve
boş umutların vücut bulmuş halidir.
"Hep böyle tavana mı bakarsınız?" dedim parmağımla
yukarıyı göstererek. Arsız ve küstah olmak, direkt konuya girmek artık daha
akıllıca gelmişti. Sonuçta beni tanır gözlerle bakarak bu savaşı o başlatmıştı.
Ben de karşılık vermeliydim.
"Hep değil," dedi oturduğu yerde dikleşip.
"Genelde ziyaretçim yokken bunu yaparım. Diğer insanları görmek ve yalnız
kalmamak için."
"Tavanda mı?" diye içimden geçirirken yüzüm tuhaf
bir hal almış olmalı ki görüp güldü. "Ben de uzun yıllar yadırgadım. Fakat
insan burada bu ihtiyarlarla çürümek istemiyor. Tek bildikleri ya maç izleyip
küfür etmek ya da eski anıları hakkında konuşmak. Yukarıda dünya varken niçin
onlara bakayım?"
Herifin kaçık olduğunu tam olarak o an anlamıştım. Tavanda
büyük ihtimal ekran benzeri bir şey olduğunu hayal ediyor ve televizyon izler
gibi tüm gün o hayale bakıyordu. Hafifçe yerimden doğrulmuştum ki kolumdan
tuttu.
"Yadırgama." Sesi çok yumuşak ve öğüt verir gibi
çıkmıştı. Bu hayalin gerçekliğine çok içten inanıyor gibiydi. Fakat kaybedecek
vaktim yoktu ve Aykut'u alıp buradan çıkacak, sonra da beni böyle bir durumla
meşgul ettiği için biraz azarlayacaktım. Zener kartlarını ya da beyin
tomografilerini bu gibi şeyler için kullanmıyordum. Bu amacımdan biraz fazla
sapmıştı.
"Sigarasını içmesine izin ver." dedi. Aykut'tan
bahsettiğini anladım ve durdum. Devam etti: "Bunu bir tek sana söylüyorum,
çünkü yakında beni anlayacaksın doktor. Hayat bazen bize dört köşeli bir
masaymış gibi gelir. Onun köşesiz bir cisim olduğunu, eğilip büküldüğünü
göreceksin."
Lafına devam ediyordu ama kolumu çekip yürüdüm. Kaşlarımı
çattığımı görünce susmuş olmalıydı. Balkona çıktım, Aykut'un sigarasını
ağzından alıp aşağı attım. Birkaç dakika içinde arabadaydık. Arabayı çalıştırdım.
Bembeyaz olduğumu gören Aykut yol boyunca sesini çıkartmadı.
-
Aykut'u evine bırakmıştım. Eve girerken düşündüğüm tek şey
ihtiyarın söyledikleriydi. Salondan geçerken istemsizce masaya bakıp
"Hayat bazen bize dört köşeli bir masaymış gibi gelir." lafını tekrar
ettim. Hayat bana tam olarak dört köşeli masa gibi geliyordu. Liseden mezun
olduktan sonra tek emelim kendimi bilime adamak ve gerçek bir bilim insanı
olmaktı. Çalışmaktan zevk alırdım. Dünyayı maddeden ibaret gördüğüm için de ona
bir laboratuvar gözüyle bakardım.
Rahmetli annemden böyle görmüştüm. Oldukça sert mizaçlı,
disiplindi bir kadındı. "Hayat dört köşeli masadır, gördüğün
kadardır." diye öğretmişti hepimize. Bunu bildim ve her işime bu cümleyle
atıldım.
İhtiyar beni rahatsız etmişti.
İnsanların kâhin gibi aniden karşıma çıkıp böyle
saçmalıklarla beni meşgul etmesi hoşuma gitmez. Dünya basittir, ufka kadar olan
kısmını hepimiz görürüz. Sonrasında ise geri kalanı vardır ve dümdüz yürürseniz
yine olduğunuz yere gelirsiniz. Güneş her gün doğar ve batar, özel bir yanı
yoktur. Tepemizde gök vardır ve Dünya da o gökte süzülen herhangi bir yıldızın
herhangi bir gezegeninden başka bir şey değildir. Bundan yıllar önce bize bir
şeyler oldu ve şimdi buradayız. Geçmişin bilmediğim kısmı asla umurumda olmadı
ve olmayacak. Çünkü dünya benim onu bildiğim kadardır.
Dört köşeli masadır.
İnsanlar doğar, büyür ve evlenirler. İstisna olarak ben
evlenmedim çünkü bugüne kadar tanıştığım hiç kimse bana dayanamadı. Çünkü insan
ilişkilerinin çıkar uğruna olduğunu biliyorum. Annem kesin ve netti:
"İstediğiniz bir şey varsa onu kendi imkanınızla alın. Başkasına bağlı
işlerle vakit kaybetmeyin. Hayat tektir ve sadece sizindir. Üstelik zaman
kısıtlıdır. Bir şey yapacaksanız yalnız yapın." İnsanlar birbirlerini
yüzüstü bırakan canlılar ve 21. yüzyılda herkes bunu iliklerine kadar
hissedebiliyor.
Annem misafirden nefret ederdi. Evi de genelde kirli
bırakırdı. Temizlemenin sadece başka insanlara yarar olduğunu söylüyordu:
"Ne yani, onlar evime gelip benim hakkımda iki çift iyi laf etsin diye
kendimi mi yorayım?"
Akrabalarıyla görüşmezdi. Babamın tarafıyla da o öldükten
sonra iletişimi kesmişti. Bir keresinde ben küçükken amcam evimize gelip bizi
tehdit etmişti ama annem boş olduğunu bildiğim bir tüfekle onu dışarıya kovmuştu.
Hüviyetimizde İstanbul yazmasına rağmen buna inanmıyordum.
Dilencilere para vermemizi istemezdi. Kendi sert, disiplinli
kişiliğini daima bizim üzerimizde uyguladı. Fakat bana bir fiske bile vurduğunu
hatırlamıyorum. Asla bağırmazdı da. Yine de ondan korkardık.
"Öleli kaç yıl oldu?"
"7 yıl oluyor. Onu bazen özlüyorum ama sonra evimde tek
başıma kaldığım aklıma geliyor. Şükrediyorum."
"Kardeşlerinle görüşüyor musun?"
"Kardeşim yok."
Gözlüklerini indirip şaşkın şaşkın baktı. "Ama annenden
söz ederken dedin ki…"
"Biz diye bahsettim, evet. " Açıklama bekliyordu.
"Benden biraz büyük bir ablam vardı. Üniversite için şehir dışına
gittiğinde bir otobüs kazası oldu. Bir daha haber alamadık. Çok zayıf, çelimsiz
bir yapısı vardı ve daima gülümserdi. Ölüsüne bile ulaşamadılar. Kar her şeyin
üzerini örtmüştü."
"Şimdilik burada bitirelim." diyerek ayağa kalktı
ve kendisine yeniden çay koydu. Bana da isteyip istemediğimi sordu. İlk seansa
göre onun bu şaşkınlığını anlıyordum çünkü annem ya da ablam konusunda oldukça
soğuk davranmıştım. Önemli değildi, o da herkes gibi bu yapıma alışacaktı.
"Peki," diyerek ben devam ettim. "Tamamen
seans dışı, arkadaşça soruyorum. Sence şu ihtiyarın ne problemi var? Onunla ne
yapmalıyım?"
"Sen bir doktorsun." dedi ağzını büzerek.
"Daima şüpheci olmak senin işin. Asla ilk seferde kesin tanı koymamalısın.
Asıl problemi bulana dek devam etmelisin. Etmeyeceksen de bu durumun kafanı
kurcalamasına alışmalısın. Yarım kalan her iş böyle bir etki bırakır."
İstediğim cevabın bu olmadığını anlayabiliyordu. "Adama gelince…
Söylediklerinden bir şeyler çıkartmak zor. Sadece tavana baktığını söylüyorsun
ama gözleri hareket etmiyor ve dediğine göre de orada insanlar falan
görüyormuş."
Bana yaklaşıp elini omzuma koydu. "Sana direkt adam
deli diyemem. Muhabbetiniz çok kısa sürmüş, bunun sen de farkındasın. Tamamen
ironi yapıyor da olabilir. Ne de olsa yaşlı bir adam."
Ellerini arkasında birleştirip ileri geri sallandı. "Ya
da olayın üstüne gidersin ve adama ne olduğunu bulursun?" İşaret parmağını
bana çevirdi. "Bundan müthiş bir vaka çıkar."
"Sanmıyorum."
"Yardım gerekirse ben de buradayım." Sonra yanıma
gelip oturdu. "Seni tanıyorum. Asla böyle bir olayı umursamazsın. Vakit
kaybı olduğunu söylersin." Gözlerime baktı ve kendisini de şaşırtan bir
yalvarmayla ekledi: "Belki de herifin senin yardımına ihtiyacı vardır,
olamaz mı?"
O benim terapistim ve üniversiteden tanışıyoruz. Çok yakın
arkadaşım olmasa da beni az buçuk bilir. Annemdeki sert mizacıma karşılık
ablamın daima yüzüne konan o masumiyet hissi bende de var. Arada kalacağım,
tabi ki de kafaya takacağım, tabi ki de günlerce hasta olup o herife yardım
edip etmemem gerektiğini düşüneceğim. Ben böyleyim, her şeyi kafaya takıyorum
ve dışarıya karşı soğuk olsam da stres beni içeriden prangalayıp köşesine
çekiyor.
Böyleyim, çünkü dört köşeli masanın bir tarafına abanıp onu
devirmekten korkuyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder