Mektup 61: Küfür Niçin Gerek?
Türk dilinde bilinegeldiği üzere gelişmiş bir küfür alt-edebiyatı vardır. Özellikle şiirde bir dönem hakimiyeti eline almış, düzyazıda da arada bir göz kırparak kendisini yer yer göstermiştir. Fakat zamanla, Türk edebiyatının tamamına olduğu gibi, unutulmuş ve eskimeye başlamıştır. Fakat bu alt-edebiyatı hakkıyla ele almak, doğrusunu yanlışını ayırt etmek gerekir.
Küfür Küfür müdür?
Öncelikle anlaşalım, küfrün savunulacak hiçbir tarafı
bulunamaz. Kötü ve kaba kelimelerin gerek çocuklar gerek yetişkinler için pek
de örnek olmadığı aşikardır. Zaten öfke, hiddet, kızgınlık gibi olgular
psikolojide de önerilmez. Çünkü bu olguların varlığı normal bir insanın zihnini
dahi celbedip yoldan şaşırtabilir. Küfre maruz kalmak muhakkak tehlikelidir.
Ki biz bunu bugün sosyal medyada, oyun gibi çeşitli
platformlarda sıkça görüyoruz. Özellikle gençler arasında, ki yalnız gençler de
değil neredeyse her yaştan insanlar arasında, küfür artık estetik yönünü terk
ederek tam bir hakarete ve aşağılamaya dönüşmüştür.
Fakat eski edebiyatta kullanılan küfür bu anlamlarla sınırlı
kalmayan, anonimlikten uzak, kullanımı az ve nadide idi. Küfrü küfür olmaktan
çıkarıp estetik bir sanata dönüştüren hayret edici bir yönü vardı. Bu yüzden
Can Yücel, Neyzen Tevfik’in ve Nazım Hikmet’in ettiği küfürlerle on beş yaşında
çocuğun bilgisayar başında ettiği küfürler bir değildir.
Küfür Ama Hangisi?
“Küfr” aslında “inkar etmek, örtmek” anlamında çoğunlukla
dini bir terimdir. “Hakaret” ise “aşağılama, hakir görme” anlamındadır. Bu iki
Arapça kelimeye karşılık Türkçe olan “söğmek” ise bunların tümünü
karşılayan geniş bir kavramdır ve “kötü, aşağılayıcı sözler söylemek” anlamı
taşır.
Dini bir terim olan “küfr” dışarıda tutulmalıdır. Genelde en
çok karıştırılanı budur, çünkü Kur’an gibi metinlerin çoğu yerinde doğrudan
hakaret anlamında kullanılmayıp inkar anlamında kullanılmıştır. “Hakaret” ise
her ne kadar öyle olmasa “küçültme” anlamı sebebiyle mübalağanın tersi bir söz
sanatı olmaya aday gösterilebilir. “Sövmek” ise barizdir. Çünkü atlı göçebe Türk halkı için sövmek sövmektir, altında başka
bir anlam aramaya hacet yoktur.
Aşağılık Kelimeler Türk Edebiyatında Yeni mi?
Küfür sayılmayacak ancak yine de okuyunca aynı etkiyi
yaratacak tarzda yazıların eski Türk edebiyatında varlığı malumdur. Din ve
hitabet sebebiyle yazılan ilk eserlerde küfrün izlerine rastlanılmaz. Ancak
varlığın ve bolluğun çok olduğu Osmanlı dönemlerinde, özellikle Divan edebiyatının
hiciv ve eğlencelerinde küfrün benzerlerine sıkça rastlanır. Bazen bu küfürler
öyle noktaya gelir ki okumaya insanın yüzü kızarır.
Sünbülzade Vehbi’nin divanında ve şimdi adını pek
anımsayamadığım birkaç divanda görülmektedir ki Osmanlı eğlencelerinde
küfürler, özellikle oğlancılık-şarapçılık-zevk üçlüsü içinde, sıkça karşımıza
çıkmaktadır. Bu divanlar dönemin padişahına sunulmuş, bizzat padişahtan onay
almış ve beğenilmiş eserler olup dönemlerinde büyük eleştiri alsalar da
nihayetinde estetik sanatın parçası olarak görülmüşlerdir.
Sonraları Cumhuriyetin ilk yıllarına ve 60’lara dek yansıyan
süreçte de küfrün kullanımı bundan pek farklı değildir. Hakaret derecesine
varan küfürler şiirlerin mısralarını süslemiş ve tuhaf karşılansa da bir
noktada sanatın parçası sayılmak zorunda kalmışlardır. Bu süreçteki temel iki
motivasyon, birbirinin zıttı olan yaygınlık ve nadirliktir:
Küfür Yaygındır…
Anadolu insanı, ilk kısımda bahsedildiği üzere, atlı göçebe
Türk kavimlerindendir. Sövmek onlar için bir yaşam tarzıdır. Onlar nazik
konuşarak bilim ve sanat yapacak şekilde dillerini evrimleştirmemişlerdir. Türk
halkı dağdan dağa, bozkırdan bozkıra iletişim kurmak; hayvanlarını güdüp
çarpışmak; bağrışıp yoluna devam etmek için dillerini geliştirmiştir. Böyle bir
yaşantının sonucunda doğuştan İstanbul şivesi gibi bir dilin beklentisine
girmek ahmaklık sayılacaktır.
İşte bu divan yazarları ve Cumhuriyet sonrası şairler küfrün
Anadolu’daki yaygınlığından ilham alarak eserlerini var olanı anlatmak için
kullanmışlardır. Küfür onların yazınlarında bir doğallık unsuru olmuş, halkı
yansıtan bir ayna görevi görmüş; realist pencereler anlamına gelmiştir.
Fakat Küfür Nadirdir de…
Fakat göz ardı edilen bir nokta da, küfrün her ne kadar
Anadolu’da yaygın olursa olsun, yüksek zümredeki eksikliğidir de. Söz konusu
divanların yazıldığı dönemin yüksek üslubu yahut Cumhuriyet sonrası
eserlerindeki güzel ve naçizane Türkçeyi kullanma arzusu ile dilin doğallıktan
uzaklaşarak başka bir hal aldığı ortadadır. Bu ağdalı, parlatılmış Türkçe sanki
esas Türkçe haline gelmiştir. Ne zaman ki birkaç yazar ve şair çıkıp küfrü
edebiyata sokmuş, işte o zaman nadir görülmüş, camia tarafından egzotik
karşılanmış ve nadir olanı sundukları için cemiyette sivrilmişlerdir. Bu
durumun eserlerine bir ün kattığı kesindir.
Fakat Küfür Doğru mu?
Küfrün doğruluğu ahlaki, dini, toplumsal ve psikolojik
açıdan tartışılır. Fakat edebi açıdan küfrü tartışmak pek ala yersizdir.
Edebiyat bir şeylerin nasıl olması gerektiğini elbet söyler ancak bunu yaparken
var olanı yansıtmak da yegâne görevidir. Sonuçta bilim ve felsefe gibi o da
dün, bugün ve yarın arasında bir köprü görevi üstlenmiştir. Nadirlikler ve
yaygınlıklar arasından dengeyi sağlayarak sivrilenler daima yeni sanat
sayılacaklardır.
Mesele bunları yaygınlaştırmak, engellemek değildir. Aksi
halde bu denge mütemadiyen bozulur. Bu dengesizlik hali ise edebiyatı bir
tartışma nesnesi yaparak ilk edebiyata dönüşe sebep verir ve onu
bayağılaştırır. Asıl mesele yazılan eserleri disiplinlerarası bir bakış
açısıyla incelemek, meselenin ahlaki yönünü sorgulamak yerine nasıl neşet
ettiğini anlamaya çalışmaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder