Mektup 71: Atalet Şeytanı

Atalet Şeytanı: Eğitim ve Sistem Üzerine Kısa Bir Kritik

Atalet duygusu, bizimle doğdu ve en az bizim kadar da eski. Fakat ona atfettiğimiz bu kötü şöhret teknolojik ve bilimsel gelişmelerin yarattığı modern dünyanın bir getirisi. İlk medeniyetlerden beri dinler ve öğretiler de tembelliği kötüleseler dahi bu zamana dek tembellik yapmak, gündelik işlerin yakın arkadaşı konumundaydı. Tarlasını süren çiftçi yahut sürüsünü güden genç bir çoban için işini gördükten sonra zeytin ağacının yanında biraz gölgelenmek ve uyuklamak normaldi.

Devlet erkanları dahi savaş ve felaket zamanları dışında sıkı bir çalışma programından ziyade geç uyandıkları, keyif çattıkları, haremlerinde geç saatlere dek eğlendikleri günler yaşıyorlardı. Kısacası tembellik, sorumluluğun kardeşiydi. Fakat anlıyorsunuz ya, tembellik küçük kardeşti ve muhakkak sorumluluktan “daha sonra” gelirdi. Peki şimdi değişen ne?

Pek çok insan başarılı olmak istiyor. Bir şeyler başarma güdümüz oldukça doğal. Ama neden başarmak isteyenlerden daha az insan neyi nasıl başaracağı konusunda sorguluyor? Sonuçta başarmak “anlık” bir süreç değildir, sadece bize çoğunlukla öyle gözükür. Edison’un ampulü yakmak için yaptığı bin girişimin bininci seferinde başarılı olması, bin başarısız seferi sayesindedir. Biz sadece biraz geçmişi unutuyoruz, onu hafife alıyoruz ve başarıyı çok anlık algılıyoruz.

“Neyi” başarmak istiyorum ve onu “nasıl” başaracağım? Bu soruları sormayı geciktiriyoruz. Başarı sanki artık süreğen bir çarka ayak uydurmak için yaptığımız bir tercih. Toplumun bize hediye ettiği bazı başarı kalıplarını çok çabuk kucaklıyoruz. Gençlik çağlarımızda sınavlara çok değer veriyoruz, kazanmak istediğimiz bölümü kazanamayınca çok ağlıyoruz. Onu biz hür irademizle mi seçtik? Gerçekten ama gerçekten dünyada yapabileceğim “tek” şey bu muydu? Bunu başarmadan ben başka şekillerde başka başarılarda “var” olamaz mıydım?

Bunda 90’lar sonrası bilgi toplumunun da suçu büyük. Bilginin kolay ulaşılabildiği medeniyetlerde insanlar daima öğrenmekten geri kalmışlardır. Çünkü elde, hazırda tutulan bilgi insandaki doğal merakı öldüren en büyük katildir. Bu yüzden küçük çocuklara ezberlerle bilgiler öğreterek, gerçek hayata uyarlayamayacağı gereksiz şeylerden onları sorumlu kılarak büyük suçlar işliyoruz. Halbuki bir ilkokul çocuğunun ezberlemesi gereken tek şey şiirler ve şarkılardır.

Çoğunuz görmüştür, yurt dışındaki öğrencilerin çoğu Türk eğitim sistemindeki sınavların zorluğu karşısında şaşırıyor. Çünkü meslek erbaplarının meslek eğitimleri sırasında öğrenmesi gereken mühim meseleleri biz ilk ve orta öğretimlerde öğretiyoruz. Bu bilgi fazlalığı, merakı öldürdüğü gibi insanın zihnine çok korkunç bir tohum da yerleştiriyor. “Bilgi piş ağzıma düş” durumundaki insan kendisine tokat gibi çarpan şu soruyu soruyor: “Ben şimdi ne yapacağım?”

Can sıkıntısı başlıyor. Bilgiye ulaşmak için çaba sarf etmeyen insanın hayatta yapacağı ne kalmıştır ki? Bilmesi gereken temel ve gereksiz bir sürü şeyi bünyesine alan, ansiklopedilerden haftalar boyunca öğreneceği bilgiyi yirmi dakikalık bir internet sörfünün ardından hemen öğrenebilen bir insan bundan gayrı ne yapabilir? Can sıkıntısı bunalıma dönüşecek, bunalım hiç istemediğimiz şeylere bağlanmamıza neden olacak. Canımız sıkıldıkça kendimizden nefret edeceğiz, kendimizden nefret ettikçe “benlik” tablomuzun önünü başka şeylerle süslemeye çalışacağız. Kırmızı halılardaki ünlülerle, samimiyetsiz arkadaşlıklarla, günübirlik sevgililerle...

Sistem de aslında sıkılmamızı istiyor. Çünkü yapacak hiçbir şeyi olmayan, entelektüel aktivitelerle vakit kaybetmeyen insanın yapabileceği tek şey kendisine gösterilen koltuğa oturmaktır. Bu koltuk bazen bir ofis masasına bakar, bazen yürüyen bir bandın dişlisine. Sistem bundan sonra asgari yaşam şartlarını hediye ederek gücü kolayca elinde tutabilecektir. İsyan etmek oldukça mantıksız olacaktır çünkü haklı bir soru olarak: “Bundan önemli ne işimiz var ki?”

Korkuyoruz da. Doğal olarak korkuyoruz çünkü sistemin istemediği yollara ilerlediğimizde eğer başaramazsak dönebileceğimiz bir sistem de bulunmuyor. Dünyayı arşınlayan seyyah, duvar boyasına aşık sokak sanatçısı, kendinden geçen dansçı, harflerden dikiş diken yazar… Hepsi genç yaşlarında sigortalarını yapmadıkları için “aç kalmakla” pasif bir şekilde tehdit ediliyorlar. İstediğiniz her şeyi yapmakta özgürsünüz, hem de her şeyi. Tabi sistemin seçtikleri içerisinden…

Çok azımız üniversite tercihlerinde farklı bölümleri araştırıyor misal. Hepimiz daha az çalışmak ama daha çok para kazanmak istiyoruz elbette, bunu istemek ayıp değil. Ben de çantalar dolusu param olsun, en güzel yerlerde oturayım, en şık kıyafetleri giyeyim, en pahalı saatleri takayım istiyorum. Kafam rahat olsun, bir şeyi satın alırken iki kere düşünmeyeyim istiyorum. Ama vicdanımı rahatsız eden şu soruyu sormaktan da kendimi alıkoyamıyorum: Pahalı evlerin, kıyafetlerin, partilerin içerisinde hiç sevmediğin yabancı bir adam olarak var olabilecek misin?

Burada anlatmak istediğim şey zengin-mutsuz, fakir-mutlu zıtlığı değil. Fakir güzellemesi yapmaya çalışmıyorum, yapan insandan da iğrenirim. Ama şunu hatırlatmaya çalışıyorum sizlere: Başarıya giden sadece bir yol yok. Tembelliğinden feragat ettikçe kendine dair yeni bir parça bulacaksın. Birileri yüzünden kendinde keşfettiğin bu parçandan utanma, onu değiştirmeye ya da üzerine bir şeyle örtmeye çalışma. Ona kulak ver ve benim şeytanıma sorduğum gibi sor: “Ne istiyorsun?”

İçimizden gelen, içimizin iyiliğini istediği için oradadır. Vakit kaybı diyenlere kulaklarını kapat, gözlerini yum, en azından bir an için kendinle konuş. Çünkü dünyanın doktordan, avukattan, psikologdan, mühendisten daha fazlasına ihtiyacı var. Bu dünyanın ağaçları ve balıkları inceleyen, göklerde yeni yaşam imkanları arayan, yeni bakteri türleri keşfeden, yerli halkların kültürlerini analiz eden, saatlerini bir tabloya veren, daktilosu başında beyaz sayfaları dolduran, ülkesi için iyi ve sağlıklı siyaset yapan, güruhları motive eden yahut denetleyen, yalnız dosyaları arşivleyen ya da sakince kütüphanedeki eski kitapları temizleyen insanlara da ihtiyacı var.

İçinde susturdukları kendine kulak ver, ayağa kalk. Kapana kısıldığın bu ağlardan kurtulmak için canhıraş çabala. Yüksel insanevladı! Senin için yüksekliğin sınırı yoktur. Ve tembellik yapacağın zeytin ağacının gölgesi de o yükseklerde, azim tarlalarının yanında seni beklemektedir.

Yorumlar

Popüler Yayınlar