Mektup 80: Ölümün Ardından


Uyandığında neredeyse akşam olmuştu. Elini derhal başına götürdü, alnını tuttu. Neler olduğunu anlamaya çabaladı. Bulanık bakışları biraz düzelince ağırlaşmış göz kapaklarının ardında bez yıkayan Habbe Bacı’yı gördü. Bir süreliğine görüntünün daha iyi olmasını, Habbe Bacı’nın siluetinin giderek daha da düzelmesini bekledi. Onun dolgun vücuduna, tombul yanaklarına, şişmiş ellerine dikkat kesilmeye çalıştı. Nihayet al yanaklarını kaplayan çilleri ve benleri, alnına dökülen beyazlaşmış telleri de gördü. Habbe Bacı telaşlı ama bir o kadar da kederliydi. Meltem Hemşire’nin uyandığını görünce hemen elindekini bırakıp yatağın yanına çöktü.

“A bahtsız kızım, dayanamadın elbet. Şehit oldu Ali Çavuş, sen de dayanamadın onun yanı başında. Dualarla gönderdik onu güzel kızım benim, gönlün ferah olsun.” Fakat anlamsız bakışlarla karşılaşınca yüzü değişti, açıklama ihtiyacı duydu. “Ali Çavuş ölürken sen onun yanındaydın, ellerini tutuyordun, gönlünü ferahlatıyordun. Ali Çavuş senlen konuşuyor, şehit oluyordu. Ben odanın kapısından usulca sizi izliyordum. Sonra Ali Çavuş son nefesini verdi, sen de yere yığılıverdin.”

Ali Çavuş şehit olmuştu demek. Olan bitenler yavaş yavaş aklına doluşuyor, Ali Çavuş’un acıyla buruşturduğu suratı göz kapaklarına kazınmış gibi aklına gelmeye başlıyordu. O da acıyla yüzünü buruşturdu, “Ali Çavuş şehit mi oldu?” diye sordu tekrar.

“Oldu ya, olurken de layıkıyla şehadetini getirdi. Ah aslanım, Allah ona oralarda ne güzel topraklar ne güzel nimetler hazırlamıştır. Pek büyük çavuştu, pek iyi çavuştu…” Böylece Habbe Bacı dualar edip Ali Çavuş’un arkasından övgüler yağdırmaya başladı. Biraz sonra tekrar Meltem Hemşire’nin alık bakışlarını görünce toparlandı, Ali Çavuş’un yasının vakti olmadığını düşündü.

“Sen şimdi dinlen, biraz daha uyu. Hemşireler çalışıyor, sana ihtiyaç yok. Ne zaman ki ihtiyaç olur, o zaman sana el ederiz gelirsin. Fakat kendini iyi hissetmezsen hemen de, gerekirse iznini yazalım, köye ananın yanına dön.”

“Anam öldü.” dedi Meltem Hemşire buz gibi sesiyle. “Benim kimim kimsem yok Habbe Bacı.”

Habbe Bacı gözlerini kocaman açtı, bu bahtsız kızın bir kat daha bahtsız oluşuna şahit olmuştu. Zavallının kimi kimsesi yoktu, belki şu savaşı kaybederlerse dönecek bir köyü de kalmayacaktı. Akmak üzere olan gözyaşlarını tuttu, kendisini sıktı. Demir sabrının ardından yumuşak kalbi yankılamaya başladı. Elini göğsüne koyup “Peki kızım.” dedi ve koşarak odadan çıktı.

Meltem geri yatamadı. Ali Çavuş’un o korkunç bakışları gözünün önünden gitmiyordu. “Uyan!” diyordu bu bakışlar ve “Uyan!” diyordu Ali Çavuş’un son sözleri. Meltem hepsini yavaş yavaş hatırlıyordu. Elini tekrar alnına götürdü, ateşinin düştüğünü anladı. Halbuki Habbe Bacı’nın düşündükleri fuzuliydi, ne geldiği bir köy vardı Meltem’in ne de gideceği.

Habbe bacı çıkarken arkasından bakakalmış, şimdi kendi bahtını düşünüyordu. Bu topraklara ait olmadığını da biliyordu. Birden, tuhaf bir sezgiyle, Ali Çavuş’un onu niçin uyandırdığını anladı. Çünkü kim olduğunu unutmuştu Meltem Hemşire. Kim olduğunu unutunca da bu toprakların çocuğu oluvermişti. Savaş vardı, kanlı ve acı bir savaş ve her saniye memleketinin içlerine yaklaşıyordu. O da kim olduğunu unutmuş bir halde bu toprağın çocuğu gibi yine bu toprağın insanlarına yardım etmek istedi. Hemşire oldu, cepheye geldi, Hilâl-i Ahmer’de vatani görevini yapmaya başladı.

Fakat işte gün geldi ve yolu Ali Çavuş’la kesişti. Hafızası şimdi eski haline dönüyordu; burada olmaması gerektiğini, kaçması gerektiğini anlıyordu. Çünkü bulunabileceği dünya üzerindeki en tehlikeli yerde bulunuyordu. Fakat yaralansa da, ölse de anlamazdı Osmanoğlu; henüz kendi yıkımını bile öngöremez haldeydi çünkü. Meltem Hemşire ise görüyordu; devletler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürlerdi. Meltem Hemşire’nin azade olduğu bu döngüyü takip ederlerdi.

Yatağında doğruluyordu ki o kokuyla doldu her taraf: Toprak kokusu. Mis gibi, yeni ıslanmış toprak. Bir kaba erkek elinde avuçlanıp sıkılan, karılan ve atılan ıslak toprak kokusu. Aniden odanın ortasında, bir gölge gördüğünü sandı. Yere, bir dizinin üstüne çökmüş bir adamın gölgesi. Yattığı yerden doğrulunca bunun asker üniforması giymiş bir genç olduğunu anladı. Tahta zemini sökmüş, ahşabın açık yerinden yerdeki toprağı avuçlayan genç bir adamdı bu. Meltem Hemşire anlam veremedi.

“Sen kimsin?” dedi yatağından ayaklarını sarkıtarak. “Ne işin var burada? Ne yapıyorsun yerde?” Habbe Bacı herhalde görmüştü onu ve kim olduğunu biliyordu. Belki yerin tadilatını yapan genç bir usta. Fakat ne mümkün? Bu adamın şimdi cephede savaşıyor olması lazım gelirdi. Ya üniforması, besbelli bir askerdi bu. Tamamdı işte, ne usta ne asker kaçağı. Yan koğuşlardan birinden ayaklanmış, görünmeden odaya girmiş bir yaralıydı bu.

“Sana diyorum!” dedi biraz da sesini yükselterek. “Yüzüme bak efendi!”

Genç asker yüzünü kaldırdı. Meltem Hemşire henüz birkaç adım atabilmişti ki askerin bu hareketiyle sendeledi. Korkuyla, endişeyle, ağzının ta içinde atan kalbiyle ve zonklayan başıyla olduğu yerde hareketsiz kalakaldı. Bu genç sima, Ali Çavuş’un ta kendisiydi çünkü.

-

Şimdi çadırın dışına çıkmış, tüfeğini bazan yere vurarak bazan toprağı eşeleyip sürükleyerek yürüyordu. Çadırın içindeki arkadaşlarının sesi kesilip de duyulmaz olana dek yürümesini sürdürdü. Nihayet, yeni çadırlar için otları temizlenen sahaya gelince durdu. Manalı manalı bu boş araziyi seyretti. Arkasını dönüp tepeden aşağıya diğer çadırlara baktı.

Ali okumuş, görmüş geçirmiş bir gençti. Çadırların etrafında dolaşan, karınca misali bu insanlara bakınca diğerlerinin gördüğünden fazlasını gördüğünün de bilincindeydi. Öğrendiği ilim, onu buna zorluyordu çünkü. Zeki adamdı, çevik adamdı. İstanbul’da anasını dinlemeyip gelmişti ta buralara. Köylülerinin yanında bir süre kalmış, sonra hiç vakit kaybetmeden orduya girmişti.

Arkadaşları pek dalga geçmişti onunla. Sen kalk ta İstanbullardan gel bu cehennem meydanına! Anadolu çocuğu değildi Ali, ne onların yaşadığı zorlukları çekmiş ne de acılarına ortak olmuştu. O güzel İstanbullarda serpilip büyümüş, rahatlan yaşamıştı. Fakat işte kaldığı köyde, evin genç kızına vurulmuştu.

Gülnaz. Gülnaz’ın ak pak yüzü aklından çıkmıyordu. “Savaş bitsin, dönüp isteyeceğim seni babandan.” diyordu. Gülnaz buna tatlı tatlı gülüyordu. “Babam beni sana vermez. Sen İstanbul çocuğusun.” diyordu. “O halde ben de dönmem, burada sizlen kalırım.” diyordu Ali. “Köyden olurum.”

Alnına bir yaş kondu. Bu yaş, kafasındaki tüm düşünceleri beraberinde akıp götürdü ve çenesinden toprağa damlayıverdi. Başını yukarı kaldırınca, küçük yağmur bulutlarının geldiğini gördü Ali. Çiselemeye de başlamıştı hafiften. Hemen çadıra koşmalıydı ama Ali durdu, bekledi. Biraz bu hafif yağmurda ıslanmak, Gülnaz’a olan sevgisini aklından toprağa akıtıp burada bırakmak ve çadırına öyle dönmek istedi.

Bir dizinin üstüne çöküp toprağa eğildi, yeni ıslanmış henüz çamurlaşmamış temiz toprağı avcuna aldı. Sert elleriyle sıktı, elleri pislenmeden geri attı. Mis gibi toprak kokusunu içine çekti. Gülnaz, şimdi aklından silinip gitmişti. Yalnız bu koku vardı. Sanki bir değil iki burunla koklar gibi içine çektiği, ciğerlerini dolaşıp temizlediğini hissettiği bu saf toprak kokusu.

“Efendi!” diye kendisine bağıran bir kadın sesi işitti derinden. Aklından geçen bir saniyelik düşüncelerde bu kadının kim olduğu, burada ne aradığını, niçin kendisine böyle seslendiğini düşündü. Hiç tereddüt etmeden kaşlarını çattı, başını döndü. Karşısında hemşire önlüğü içinde, siyah örgülü saçları beyaz koynuna düşen genç bir kadın vardı. İlk başta kendi gibi kaşlarını çatmış olsa da yüzünü görür görmez geri sendeledi kadın korkuyla. Ağzını açtı, dilini yutmuş kekemeler gibi bir şeyler söylemeye çabalı ama beceremedi. Ali, bu gaipten çıkıp gelmiş ve orada bulunmaması gereken kadına, onun bu tavırlarına anlam veremedi. Şaşkın şaşkın yüzüne baktı.

Ayağa kalktı, ama kalkar kalkmaz kendisini başka bir yerde, bir odada buldu. Şimdi yalnız ayaklarının dibindeki şu bir karış toprak tanıdıktı. Birkaç saniye korkuyla etrafına bakındı, neler olduğunu anlamaya çabaladı. Arkasını dönüp tepeden aşağı bakmak, çadırları ve diğer erleri görmek umuduyla başını çevirdi ama duvarla karşılaştı. Korkuyla şehadet getirmeye başladı.

-

Meltem donup kalmıştı. Karşısında genç haliyle bıyıksız Ali Çavuş, sanki ölürken lafı yarım kalmış da dönmüş gibi şimdi karşısında zebellahca dikiliyor ve şehadet getiriyordu. Onun da en az kendisi kadar korktuğunu, şaşkın şaşkın etrafa bakındığını gördü. Şimdi ikisinin de dizleri titriyordu. İkisi de içlerinde bir yerlerde çocuklar gibi koşup çığlık atmak istiyordu. Fakat yapamadılar.

İçlerindeki merak mâni olmuştu bu korkuya. Öylece, belki beş belki on dakika bakıştılar. Bazan dışardan kuş cıvıltıları, tüfek sesleri geliyordu. Fakat bu heyecanla ikisi de bir şey yapamıyorlardı. Birbirlerini çırılçıplak yakalamalarından daha beter bir durumdu bu. Çünkü o halde bedenler çıplakken, şimdi böyle bir halde ruhlar çıplaktı. Ruhun çıplaklığı, bedenin çıplaklığından daha korkunçtu.

Nihayet sessizliği Meltem Hemşire bozdu. Şehadet parmağını Ali Çavuş’a doğrultarak “Sen ölmüştün.” dedi. Şehit olması, parçalanması, yaşadıkları her şeyi bir kenara bırakmış ve bu gökten inip tekrar dirilen adama ölmüş olduğunu bildirmeyi uygun görmüştü o şaşkınlıkla.

“Ölmüştün.” Ali bu cümlenin altında korkuyla titredi. Ölmüş müydü gerçekten? Hemen birkaç dakika öncesinde eline aldığı toprağı, içine çektiği kokuyu, aklını süsleyen Gülnaz’ı, çadırdaki erleri düşündü. Ölmemişti, yaşıyordu. Dipdiri yaşıyordu işte. Ölmüş olamazdı, mümkün değildi.

“Kimsin sen?” dedi hayretle öldüğünü falan unutarak. Sonra o da parmağını uzattı, üstündekileri gösterdi. “Hemşire misin?”

“Hemşireyim ya.” dedi Meltem. “Senin hemşirendim. Sen na şu yatakların birinde yatıyordun. Ben de senin elinden tutuyordum. Sonra sen acılar içinde kıvranıp can verdin, şehit olmuştum.” İkisi de Meltem’in söylediklerinin korkunçluğu üzerine bir süre sustu. Bu sözleri sindirmeye çalıştılar. “Ama şimdi buradasın, hem de yaşıyorsun.” Gözlerini Ali Çavuş’un kopmuş kolunda ve bacağında gezdirdi. Bir süre önce onların yerinde olmadığını, şimdi ise nasıl sapasağlam bu bedene bağlı olduklarını görüp korkuyla titredi. Tüm bunları bu adama nasıl açıklayacaktı?

“Nasıl geri döndün?” diye sordu. “Cenab-ı Hak buna nasıl müsaade etti?”

Aklından tonla şey geçiyor ancak hiçbirini kelimeye dökemiyordu. Bu adamın boynuna yapışmak, ona “Sen öldün! Sen şehit oldun, hem de paramparça bir halde. Na işte şu kolun, şu bacağın yerinde değillerdi. Sen yarım adamdın; kolun, bacağın, gövden ayrı ayrı şehit olmuşlardı!” diyerek yüzüne haykırmak istiyordu. Fakat yapamıyordu, ellerinin titrediğini fark etti.

“Ben çadırdaydım.” dedi Ali sakince. “Daha yerleşkeye varmadık. Bizi, na şu tepenin altında…” arkasını dönüp tepeyi işaret edecekti ki artık orada olmadığını anladı. Tekrar korkuyla hemşireye döndü. “Az önce bulunduğum tepenin altındaki çadırlarda talim ve yardım için tutuyorlar.”

“Az önce orada mıydın?” dedi kaşlarını çatarak.

“Oradaydım ya. Ama şimdi buradayım.” Sonra o da kaşlarını çatarak düşündü. Bildiği hiçbir ilmin bunu açıklayamadığını fark edince daha da, daha da korkuyla titredi. Allah’ın bu işinin ne olduğunu anlamaya çalıştı ama kalbi dehşetle, aklı sorularla doluydu. “Ben nasıl burada olurum?” dedi karşıdaki kadından cevabını alamayacağını bilerek.

“Hangi cepheye gidiyordunuz?” diye sordu Meltem Hemşire. Tüm bu olanlara bir anlam vermeye çalışıyor, parçaları birleştiriyordu. Ali Çavuş, onun Ali Çavuş’u ölmüştü. Şimdi ise bu adam, evet onun tıpkısının aynısı, bütün bir beden ve sinekkaydı bir yüzle karşısında durmaktaydı. Meltem Hemşire, kendi öyküsünü düşündü. İmkansızlığın tanımıydı, ne bu zamandan ne bu yerden ne bu insanlardandı. Karşısında duran adamı kendi gibi acaib’ü garaib bir yaratık olduğunu düşündü.

Ali bu kadının sorgulamasına anlam veremedi. “Ne cephesi?” diye sordu şaşkınlıkla. Sonra birden hiddetlendi, eliyle tüfeğini aradı. “Savaş başladı mı?” diye söylendi sesini yükselterek hemşirenin yüzüne bakmadan. Meltem, işte o an yaşadıkları durumun ne kadar imkansız olduğunu anladı.

Korkusunu bırakıp Ali Çavuş’a yürüdü, kolundan tuttu. “Sakin ol.” dedi. Tuttuğu kolun, halen orada olmasına çekinerek bakarken Ali Çavuş da onun kolunu tuttu. “Savaş başladı mı başlamadı mı?”

“Senin için hayır.” dedi Meltem. “Şimdi anlıyorum.” Sonra tüm bu olanları nasıl açıklayacağını anlamaya çalıştı. Bilgisi, ah onun da bilgisi buna yetmiyordu ancak yapmak mecburiyetindeydi. Karşısındakinin kendisini anlamayacağından yüzde yüz emin, konuştu. “Sen” dedi “şimdi geçmiş günlerdesin. Bense senin gelecek günlerindeyim.”

Ali durdu, tüfeğini aramayı bıraktı. Meltem bilmiyordu onun ilim bilgi sahibi olduğunu. Ama buna rağmen karşısındaki kadına hayranlık duydu, ilmi yetmeyerek sordu. “Bu nasıl mümkün olabilir?”

“Bilemiyorum ancak öyle olmalı.” Sonra tereddüt ederek devam etti. “Benim tanıdığım Ali Çavuş bıyıklı, gürbüz bir adamdı, senden biraz daha yaşlıydı. Sense şimdi tıpatıp onun yüzüne sahip ama daha gençsin.” Söylediklerinin bu adam tarafından deli saçması olarak görüleceğinden korkup geri adım attı. “Acaba ben de mi şehit oldum?” dedi korkuyla.

Belki de ateşi fazla yükselmiş, Habbe Bacı’nın odadan çıkmasının hemen ardından bir havale geçirmişti. Mümkündü, işte şimdi ölmüş ve bu şehitle konuşmaktaydı. “Hayır.” dedi Ali Çavuş.

“Niçin hayırmış?” dedi kızarak.

“Sapasağlam görünüyorsun da onun için. Ne sen ne ben, ikimizde ölü değiliz. Başımıza her ne geliyorsa geliyor ancak diriyiz hemşire. Hem de dipdiriyiz. Sen de, ben de.”

Hak verdi ona. Tekrar kendi öyküsünü düşündü. İmkansız, acayip şeyleri iyi bilirdi de bunu tahmin edemezdi. Tüm bunların nasıl olduğunu, bununla ne yapacaklarını, daha da tuhafı niçin bunu yaşadığı kişinin Ali Çavuş olduğunu düşündü. Elinde olmayarak sordu. “Az önce neredeydin?”

“İşte dedim,” tekrar arkasını döndü. “Şurada bir tepe vardı.”

Meltem Hemşire bir adım atınca sendeledi, ayağı şimdi temizlenmiş çıplak toprağa basmıştı. Dengesini toplamaya çabalarken bastığı yere baktı. Kafasını kaldırınca tavanı görmeyi beklerken, bu kez apaçık bulutlu gökyüzünü gördü. Tepesinden tavanın uçtuğunu düşünüp korkuyla başını eğdi.

Şimdi, Ali Çavuş’un az önce bulunduğu tepedelerdi. “İşte, işte buradaydım!” diye sevindi Ali Çavuş. Hemşirenin kaybolup kaybolmadığını görmek için tekrar başını döndü. Hemşireyi başını eğmiş, olduğu yerde sinmiş ve korkmuş halde buldu. “İyi misin?” dedi acımakla.

Meltem Hemşire titriyordu. Bu açık gökyüzüne, bu toprağa, tepenin altında mevzilenmiş çadırlara hızlı hızlı baktı. Sonra başını kaldırdı, nefes almaya çabaladı. “Korkuyorum.” diyebildi sadece. “Burada olmaktan, bir süre önce şehit olmuş senlen konuşmaktan, ortaya çıkmaktan çok korkuyorum.” Gözlerini yumdu, acıyla yüzünü buruşturdu: “Yalnız eve gitmek istiyorum.”

Sesi ağlar gibi çıkmıştı. Gözlerini açınca, yine odada buldu kendisini. Ne Ali Çavuş vardı şimdi ne açık gökyüzü ne de tepenin altına mevzilenmiş çadırlar. Gözleri hemen zemine gitti. Şimdi ahşap yer sapasağlamdı. Sanki hiç açılmamış, altındaki toprak hiç eşelenmemiş gibiydi. Aniden yere kapandı, hüngür hüngür ağlayarak elleriyle bu zemini yoklamaya, bağırarak tahtaları yumruklamaya başladı. Yıllardır gizlediği gerçeği, kendisine bile unutturduğu hakikati ortaya çıkartıp ona hatırlatan bu adamdan şimdi tüm gücüyle nefret ediyor; işte hıncını zeminden çıkarıyordu.

İçeri giren Habbe Bacı, Meltem Hemşire’yi odanın ortasında yere kapaklanmış, delirir halde buldu. Ağlıyor, bağırıyor, baygınlık geçiriyordu. “A kızım, bahtsız kızım.” diyerek sinirleri zayıf bu kadına sıkıca sarıldı. Meltem Hemşire ilkin ona da vurdu ancak sonra sakinleşip için için ağlamaya devam etti. Habbe Bacı Meltem Hemşire’nin vurduğu yerlerin acısına aldırmayarak onu yatağa taşıdı, tüm gece dualar okuyarak başında bekledi.

Yorumlar

Popüler Yayınlar