Mektup 86: Hazin Bir Hatıra
Babam beni eski günlerde iş yerine götürmek için can atardı.
Kendisi deri sanayinin deposunda ya da depo niyetine kullanılan, malların
istiflendiği dükkanlarda çalışırdı. O meşhur sosyetenin yahut sosyete görünmek
isteyenlerin evlerinin parkelerine yaydığı hayvan postlarının, boyunlarına
geçirip böbürlendikleri kabarık kürklerin ilk çıkış evi işte bu yerlerdi. Babam
oralarda gelen müşterilerle görüşür, bazen ağır deri parçalarını taşır ve
onları renk renk ayırırdı. Çocukluğum kısmen canlı hayvan derileri, onların
parlak renkleri ve zehirli kokuları arasında geçmiştir.
Yine böyle bir zamanda babam iş yerine gelmem için ısrar
etti. Çok değil en fazla bir iki kez gitmiştim ve sonra da vazgeçmiştim bu
gereksiz aktiviteden. Orada yapabileceğim ya da yardım edebileceğim hiçbir şey
yoktu. Tüm gün çay içer, kitaplarımı karıştırır, ödevim varsa sessizce bir
köşede onları karalardım. Bazen sonsuzmuş gibi duran rafların arasında
gezintiye çıkar, o zehirli deri kokularını takip ederek yolumu kaybederdim. O rengarenk
cümbüş beni benden alırdı. Bugüne dek hayatımda hiç görmediğim sarıları,
kırmızıları, yeşilleri ilk orada görmüş ve beğenmişimdir.
O sabah iyi bir kahvaltı edememiştik ama erkenden iş yerine
varmıştık. Zeytinburnu taraflarında yokuşların tepesinde ara sokakların ara
sokağı bir ücra yerdeydik. Sokağın karşısında sabahın ilk ışıklarıyla göbeğini
kaşıyarak zevkle gerinen bir fırıncı, ülkelerini terk edip gelmiş göçmen
tekstil işçileri ve topuklu ayakkabılarıyla Arnavut kaldırımlar arasında
sekerek yürüyen bir kadın vardı. Babam dükkanı açarken bu kadını gördü, el edip
selam verdi.
Kadın, kötü yapılmış saçları ve makyajıyla açık konuşmak
gerekirse bir hayat kadınını andırıyordu. Babam onunla biraz laf etti, beni
tanıttı ve kadına çay teklif etti. Aralarında geçen muhabbetin buğulu sesi
şimdi aklımda. “Ah be abi,” diye başlayan laflar ediyordu kadın. Sonra bana
dönüp konuşuyordu. “Ah canım benim,” Ve sonra devam ediyordu. “Ayol böyle iş mi
olur?”
Tabi bunlara tanıklık eden ben pek küçüktüm. Kim bilir belki
de o kadın hiç oradan geçmedi, babam hiç onunla muhabbet etmedi, hiç böyle
sözler söylenmedi yahut o bir hayat kadını değil de basit bir mavi yakalıydı.
Bunlar benim bulanık çocukluk anılarım, pekala babamın sıkıcı iş gününü
renklendirmek için uydurduğum hayallerden de ibaret olabilirler. Çünkü şimdi
babama anlatsam, belki bu dediklerimi hatırlamaz bile.
Velhasıl kelam bu hoppa kadın hayalini yolcu ettik ve
dükkanı açtık. Dükkan sağda solda ve arkada dev rafları, ortada bir masası ve
üç ofis sandalyesiyle dünyanın en basit ve küçük dükkanıydı. Fakat bu basit
dükkanların tuhaf öyküleri ve duvarlarında güzel resimleri olurdu. Bugüne dek
deneyimlerim bana bunu göstermişti. Öyküsünü bilmem, babam hiç anlatmadı fakat
resimler konusunda haklıydım. Masanın arkasındaki küçük duvarda ve kolonların
tepesinde hemen göze çarpıyorlardı: Kartpostallar, çerçevelenmiş eski bol
sıfırlı paralar, Atatürk’ün en yakışıklı portreleri. Oraya nereden ve neden
geldiklerinden münezzeh şekilde sadece oradalardı. Sanki bina dikilirken oraya
asılmışlar veya binanın betonuyla birlikte var oluvermişlerdi.
Nihayet gün boyu bir daha sadece tuvalet sebebiyle
kalkacağım, bana gösterilen sandalyeye oturdum. Babam çay söyledi, sağa sola
dükkanlara uğrayıp işlerini halletti ve gelen müşterilerle görüştü. Ben tipik
bir Türk çocuğu olarak dükkanda sadece oturdum. Babam yokken gelenlere “Babam
yok, birazdan gelecek.” dedim veya babamın beni tanıştırdığı dev adamların
ellerini sıktım.
Sonunda babam esmer, uzun boylu, tanıştığım adamlara nazaran
pek daha genç bir delikanlı ile çıkageldi. O zamanlar ben on yaşları
civarındaysam dediğine göre bu genç on dokuz idi. Esmer, kara kaşlı kara gözlü,
sakalları yeni yeni temiz yüzünü kaplayan, kıvırcık saçlı bir gençti bu. Babam
gerinerek “İşte bizim oğlan!” dedi sanki pek mühim bir şahısmışım gibi. Sonra
bana döndü, “Bak,” dedi “Bu …. ağabeyin. Sen çok kitap okuyorsun diye sana onu
getirdim. Oturur, kitaplar konuşursunuz. O hep senin okuduğun kitapları okumuş,
anlaşırsınız.”
Sonra bu zavallı genci benim önüme bir av gibi bırakarak
dükkandan sıvıştı. Orada gördüğüm şey, cemiyetin cehaletinin aydınlık
karşısındaki korkusuydu. Babam tipik norma uyarak beni işe götürmek istiyordu
fakat diğer çocuklarla beni aynı kefeye koyamayacağının da farkında bir baba
olarak, çareyi benim dengim birini karşıma getirmekte bulmuştu. Bence mantıklı
da yapmıştı.
Benim dengim diyorum çünkü küçükken büyük laflar etmem
sebebiyle ailemin gözünde bir hikmet değerim vardı. Benim doğuştan zeki ve
becerikli olduğumu söylerlerdi. Açıkçası onlara inanırdım. Fakat zeki olmaktan
ziyade insanlara zeki olduğumu düşündüren bir çocuktum daha çok. Ben zeki
değildim, insanlar çok umursamazdı.
Bu genç delikanlı av avcı öyküsünü bilmeden karşıma oturdu. Belki babamın abartılı anlatımları belki kendi kafasında kurduğu hayaller ona bir can vermişti. Sertliğini ve sakinliğini koruyarak yerinde dikleşti, hal hatır sordu. Çok heyecanlıydı, hem de çok. Sakinliğini korumasının hiçbir faydası olmuyordu. Gözlerinde yalnız olmadığını bilmenin getirdiği bir ışık gördüm. Bu çocuk besbelli kendisini okuduğu kitaplar ve düşündükleri arasında yalnız hissediyordu ve yalnızlık değil ama yalnız hissetmek bir noksanlıktı benim gözümde.
Bense yalnız hissetmiyordum ve heyecanlı değildim.
Aramızdaki profesyonel fark böylece ilk şekilde kendisini
belli etmiş oldu. Sonra sonra babamın ondan daha evvel bahsettiği aklıma geldi.
Rus yazarları sayıyordu: “Tolstoy, Dostoyevksi okumuş. Gelirsen muhakkak seni
tanıştıracağım. Bizim oradaki … dükkanında çalışıyor. Pek zeki çocuk,
anlaşırsınız.” Demek avamın gözünde her aydının anlaşabilmesi mümkündü.
Sanki o koltukta karşı karşıya oturmuyorduk. O bir dünya
anlatıyordu ve ben de kendimi o dünyaya kapatıyordum. Onu tanımak, bilmek ya da
onunla muhabbet etmek istemiyordum. Birazdan yaşayacağı hayal kırıklığından
sorumlu olmak ilgimi çekmiyordu. Tek arzum onu başımdan savmak ve tekrar bu
sıkıcı odadan ayrılıp düş dünyamda düşünmeye dönebilmekti.
Nihayet esas meseleye geldi ve sordu: “Dostoyevski okudun mu
hiç?”
“Hayır.” dedim soğuk bir sesle. Okumamıştım, okumaya da
niyetli değildim. Klasik edebiyatla da o yıllarda ilgilenmiyor ve vakit kaybı
olarak görüyordum. O an, delikanlının yüzündeki şaşkınlığı görmeniz gerekirdi.
“Ya Tolstoy?” dedi devam edip.
“Onu da.” dedim aynı şekilde.
“Puşkin?”
“Tanımam.”
“Gogol?”
“O da kimmiş?”
Durdu. Daha fazla devam etmedi. Gözündeki neşenin söndüğünü,
beklentilerinin boşa çıktığını gördüm. Yüksek ihtimal o, büyük umutlarla buraya
gelmiş ve beni on yaşlarında bir çırak olarak görmektense kendi yaşıtı, kendi
arkadaşı gibi görmüştü. İçim acıyordu ancak doğruları söylüyordum. Bu benim
yarattığım değil, babamın sebep olduğu bir tabloydu. Bu beklentileri belli ki
babam inşa etmişti. Bu genç adamın umutlarını babam yıkmıştı.
Omuzları çöktü, derin bir iç geçirdi. “Bilmiyordum,” dedi.
Sonra sanki bir kıvılcım tekrar alevlendi gözlerinde. Rus yazarlardan kapı açan
bu çocuk geçmişi çöpe atmıştı besbelli ama gelecek halen orada duruyordu ve
gelecekte her şey mümkündü: “Peki okuyacak mısın?”
O an için günün en uzun zaman dilimi başlamış oldu zihnimde.
İçimin acımasını susturacak bir iyilik fırsatı gelmişti ayağıma. Verdiğim tüm
olumsuz yanıtların üstünü kapatacak, yarattığım düş kırıklığını tamir edecek
bir telafi yöntemi. Hem de bu genç delikanlı bana kendi elleriyle sunmuştu
bunu. O an aklımdan şeyler, çok fazla şeyler geçti. Rus yazarlarla bir bir
tanıştım, konuştum, kitapları hakkında yaptıkları edebiyatları bizzat
kendilerine sordum. Onlarla akşam yemeği yiyip bir patikada yürüyüşe çıktım. Okunmaya değer olup olmadıklarını anlamaya çalıştım ve
belki birkaç saniyelik duraksamadan sonra gerçek dünyaya döndüm.
“Okuyacağım elbet.” dedim. “Okuyacağım. Şimdi çok başka
şeyler okuyorum ama bir gün onlara da sıra gelecek. Hepsi bende var,
kitaplığımda duruyorlar. Olmayanları da kütüphaneden alacağım ama muhakkak
alacağım. Bu dediklerinin hepsini okuyacağım.”
Gri dükkana ışık doğdu. Çünkü birkaç saniye evvel kırılan
umut tamir oluvermişti. Delikanlı artık çok daha büyük bir şeyin parçası
hissediyordu kendini. Okumuş biriyle sohbet edebilmenin değil belki ama,
okumamış birisinin okumasına vesile olabilmenin zevkini yaşıyordu. Ve bu zevk
öncekini ikiye katlıyordu. Yüzüne yayılan gülümsemeyi görebiliyordum.
Yine de buradaki görevi bitmişti. “O halde sana bol şans.” diyerek
gururla çıktı dışarı. Halbuki apaçık yalan söylemiştim, ne kitaplığımda
onlardan vardı ne de okumak istiyordum. Halen düşüncelerim sabitti fakat tutumların
sert kabuğu üstünde çatlaklar peydah olmuştu bir kere.
Dükkandan erken çıktık, eve döndük. Bir daha hiç o dükkana
uğramadım, o delikanlıyı da tekrar göremedim. Fakat gelecek, o bana saydığı
klasik edebiyatı sonunda getirecekti. Eski sevgilim bana Gogol’un Paltosu ile
acılar yaşatacak, en bunalımlı dönemlerimde Beyaz Geceler okuyarak huzur
bulacaktım. Aşağıladığım klasik edebiyatı bütün bütün yutacaktım. Ve kalan
hayatımda o genç delikanlının hatırına tüm bu başıma gelenleri bir bedel yahut
ödev olarak görecek ve hiç gocunmayacaktım. Ona daima teşekkür edecektim.
Yorumlar
Yorum Gönder