Mektup 85: Gerçekleşiyor
Korna sesi uyandırdı beni. Yıllardır bu lanet cadde üstünde
oturuyorum. Şehrin bütün tozu pisliği güneş ışığı gibi içeri girer, ciğerime
dolar. Kalktım, gözlerimi zorla açarak el yordamıyla yarım açık camı kapattım.
Tekrar yatağa döndüm fakat artık uyku geri gelmez. Yarı çıplak halde oturdum
yatağa. Dolaptaki aynaya, aynadaki yansımama bulanık gözlerle baktım. Bir
elimle gözümü ovuşturdum, diğer elimle komodin üstündeki gözlüğümü arattım.
Gözüme geçirince aynaya baktım.
“Gerçekleşiyor.”
Tüm caddenin gürültüsü, korna ve fren sesleri bir an için
kesilmişti. Hepsi, sanki yavaşça uzaklaşıp buhar olan bir kalabalığın sesleri
gibi uğultuya dönüşmüştü. Bu uğultunun içinden bu cümle öylesine berrak,
öylesine keskin çıkmıştı ki şaşırmıştım. Saçlarım uyku sersemi birbirine
karışmış, çorabımın bir teki bir yerde başka teki bir yerde, bu derbeder
halimle içimi dolduran merak…
“Neymiş o gerçekleşen?”
Şimdi İbrahim’in odasındayım. Hava daha sıcak, daha
bunaltıcı, daha tozlu ama hepsine rağmen daha temiz. Yarı çıplak bedenimle,
çıplak ayaklarımla, karışık saçlarım ve gözümde gözlüğümle İbrahim’in odasının
tam ortasındayım. O da yine masasında, otlarıyla uğraşmakta.
“Niçin geldin?” dedi bana dönerek. Meğer eşyalarını
kaldırıyormuş. Her zaman ağır ağır hareket ettiğini bildiğim İbrahim bu sefer
hızır gibi hızlı hızlı otları torbalarına boşaltıyordu. Alnında boncuk boncuk
terler biriktiğini fark edince şaşırdım. Sorusunu sorar sormaz dönüp işine
devam etti. Ömrü hayatımda onu hiç böyle telaşlı görmemiştim.
Bu soru karşısında ben de ne diyeceğimi kestiremedim.
İbrahim bugüne dek bana hiç “Niçin?” diye sormamıştı ki. Ben giderdim,
gelirdim, İbrahim o masanın başında otururdu. Giderdim, gelirdim, İbrahim
benimle muhabbet ederdi. Bunlar, bir üzüm asmasının büyümesi veya güneşin doğması
gibi şeylerdi. Olağandı, süregelendi, makuldü. Niçini nasılı yoktu.
Uzanıp kolunu tuttum, durdurdum onu. Acele acele otları
dolduran parmakları yavaşladı. Eli, bahardaki gül gibi açıldı. Başını benden
yana çevirdi. “Ben” dedi. “Gidiyorum bugün.”
Anlam veremedim. İbrahim’in gittiğini hiç görmemiştim. Bu
evde doğup büyümüş, babasını bu evin arkasındaki tepeye defnetmişti. Beni işte
şu ahşaptan bozma kapının önünde şaşkın şaşkın etrafa bakıp ağlamak üzere
olduğum vakit fark etmiş, “Gel, hiç korkma.” demişti. Dizine oturtmuş, bana neler
olduğunu bir bir anlatmıştı. Hiç gitmemişti, İbrahim gidemezdi.
“Ne demek gitmek?” dedim. “Nereye gidiyorsun?”
Yaklaşan bir taburun ayak seslerini duydum. Çok uzaklardan,
ki biliyorum bu kulaklar benim kulaklarım değiller, çok uzaklardan geliyordu bu
ayak sesleri. Henüz toprak patikanın başında, tozları kaldırarak gelen ve demir
parçalarını şangırdatarak ilerleyen bir taburun ayak sesleri.
“Evimi arıyorlar.” dedi İbrahim. Ayağa fırladı, canımı
acıtacak şekilde kolumu kavrayıp beni tahta kapılı kilere ittirdi. Ben daha
gıkımı çıkaramadan bir çocuk gibi azarlamaya başladı: “Kulaklarını iyice aç,
beni dikkatle dinle. Gidip diğerlerini teker teker bul ve uyar. Onlara, başıma
gelenleri anlat ve her şeyi güzelce açıkla. Unutma, bizler kaderimize boyun
eğeriz ancak tehlikeler karşısında da elimiz kolumuz bağlı değildir. Onları
uyar çünkü hepsi tehlike altında.”
Bütün bu dedikleri öyle manasız gelmişti ki bana. Tamam,
İbrahim’i tanırım. Karışık cümleler kurmayı, insanın aklını karıştırmayı iyi bilir.
İlgiyi sürekli üzerine çeken kendine has bir tarzı vardır. Ama bir problem
varsa oturup düzgünce konuşmasını da bilen biridir. O yüzden şimdi kurduğu bu
acele cümleler benim için hiçbir manaya gelmiyordu. Yapmam gerekenleri
dolandırmadan, hepsini tek seferde anlatıyordu. Sanki artık vakti kalmamış,
ölmek üzere olan bir adam gibiydi. Ama şaşkınlığım cümlenin altındaki apaçık
hakikati görmemi engelliyor, ışığın karşısında beni kör ediyordu.
“Yavaşla.” dedim onu sertçe tutarak. “Neler oluyor be adam?”
Elleri birbirini arar gibi önünde kavuştu. İki elin
parmakları hafif hafif birbirlerinin başlarını okşadılar. Bir süre düşündü.
“Yok,” dedi. “Uzun uzadıya anlatamam şimdi her şeyi. Birazdan,” Eliyle kerpiç
evin yamuk ahşap kapısını işaret etti. Gün ışığı kapının çatlaklarından içeri
sızıyordu, ben sabahtaydım ama bu topraklarda şimdi güneş batıyordu. “Şu
kapıdan o ayak seslerini duyduğumuz tabur girecek. Beni alıp götürecekler evlat.
At arabasının arkasına bir çuval gibi atıp zindana götürecekler. Bunlardan
sonra neler olacak ben de kestiremiyorum.”
“İyi de niçin?” dedim merakla. “Senin suçun ne?”
“Suçlamaların ne olduğu önemli mi sanki?” diye kızdı bana
kaşlarını çatarak. “Elin Romalı paganı, beni dinleyecek hali yok ya.” Sonra
kafasını sallayıp tekrar odaklandı. Beni iki omzumdan tutup sarstı. “Hemen
diğerlerine gitmeli, onlara tehlikede olduklarını haber etmelisin. Onları
toplamalısın.”
“Niçin tehlikede olsunlar?” Onun çok acelesi vardı ama ben
bu aptal sorularla onu oyalıyordum. Muhtemelen şu an sövüyordu bana içinden.
Ama yine de devam ettim. “Meltem şimdi köyünde güvende, Ber komünüyle mağarada
mis gibi bir yaşam sürüyor, Lâr saklanıyor, Ali Çavuş’tan bahsetmiyorum bile.
Hepsi iyi, ne diye başları dertte olsun? Ne saçmalıyorsun?”
Bana öyle öfkeli kızgın baktı ki bir an vuracağını düşündüm.
Herhalde bir bilim adamının karşısındaki ilkel insan gibiydim onun gözünde
şimdi. Bir şey anlatmaya çalışıyordu, bense kulaklarımı kapatıyor ve onu
anlamamakta gayret ediyordum. Ama birden bakışları yumuşadı, bana acımaya
başladı.
“Her şeyi anlatacak kadar vaktim yok güzel evladım.” dedi.
“Bazı şeyleri gezip tek başına keşfetmek zorundasın. Ama söz veriyorum, nefes
aldıkça sana yardım edeceğim. Şimdi sadece dediğimi yap: Onları bul ve büyük
bir tehlikenin üstlerine doğru geldiği konusunda hepsini uyar. Dünyanın en
mesut yerinde de olsalar bela onları bulacak. Çünkü bela tam olarak şu an
onları arıyor.”
Bu istek karşısında yeni yetme mazluma döndüm. “Toplama
işini hep sen yapardın. Beni dinlemezler, ben aralarında en genciyim. Sen
ihtiyarsın, bilgesin, senin sözünden çıkmazlar.”
Elimi korkuyla göğsüme götürdüm, kalbim tam anlamıyla
gümbürdeyerek atmaya başlamıştı. Taburun ayak sesleri sanki şimdi göğüs
kafesimin içindeydi de demir ayaklarıyla kalbimin üstünde tepiniyordu.
“Hepsi hissediyor.” dedi göğsümdeki elimi tutarak. “Hepsi
aynı korkuyu hissediyor. Buraya gelmelerine izin verme, sen onlara git. Buraya
gelirlerse bela onları daha çabuk bulur.”
Aklımdan bir sürü şey geçiyordu, fakat en çok da İbrahim’i
buradan kaçırmakla ilgili düşünceler. Hemen arka kapıdan çıkıp tepelere,
tepelerin ardındaki göle koşabilirdik. Gölü geçtik mi bize yetişemezlerdi. Veya
içimizden ikisini çağırırdık ve bütün taburu devirirdik. Zaten…
“Sakın ha.” Bu sefer gene kaşları çatıktı. “Aklından
geçenleri biliyorum. Sakın diyeyim öyle bir işe kalkışma. Bırak, beni usulünce
götürsünler. Yapmak istedikleri şeye izin vereceğiz.” Tekrar küçük bir çocuğu
azarlar gibi bana parmağını salladı. “Gidip dediklerimi yapacaksın.”
“Bana inanmazlar.” dedim son bir umut.
“Beni dinlemişlerdi ve ardımdan gelmişlerdi. Seni de
dinleyecekler.” Beni çuvalların yanına ittirdi, kıç üstü düşüverdim. Kilerin
tahta kapısını da suratıma kapattı. Tıpkı ufaklığımda gördüğüm o kabus gibi
şimdi tahtaların arasındaki çatlaktan İbrahim’i izledim. Derin derin soluklarım
taburun ayak seslerini geçti, sonra ayak sesleri yavaşça yükselip soluğumu yine
bastırır oldu. Kapının kırıldığını, bütün ışığın odaya dolduğunu gördüm.
İbrahim taburun önünde, sanki ölümüne kafa tutan bir adam gibi dimdik
duruyordu. Bağırıp kapıyı açmaya yeltendiğimde kendimi odamda, yatağımda
buldum. Şimdi duyulan tek ses çalar saatin sinir bozucu gürültüsüydü.
-
“Demek polisler evi basıp arkadaşını götürdüler.”
“Hıhı.”
“Ve seni sorgulamadılar.”
Fotokopi makinesinin başındayım. Patronun elime tutuşturduğu
çıktıları almaya çalışıyorum. Ancak Melda beni sıkboğaz ediyor. Elinde karton
kahve bardağı, fotokopi makinesine yaslanmış konuşup duruyor. Onu duymuyorum,
aklımda sadece İbrahim’in söyledikleri yankılanıyor.
“Sana diyorum.” Melda omzuma vurup beni derin hayallerden
uyandırdı.
“Ne diyorsun?”
“Asıl sen ne diyorsun? Polisler arkadaşının evini basmışlar,
tutup yaka paça götürmüşler. Üstüne üstlük seni sorgulamamışlar. Bu ne biçim
usulsüzlük ne biçim sistemsizlik. Ama bunlar hep böyleydi. Sistem adam edememiş
ki biz edelim…” Kendi kendisine söylenmeye yeniden başladı.
“Melda!” Sesim biraz yüksek çıkmış olacak ki iki büklüm
laubali kız aniden dikleşip şaşırdı. Sesimi alçaltıp nazikçe devam ettim.
“Kahveni kağıtlara dökeceksin. Sonra ikimiz de fırça yiyeceğiz. Haydi, ofise
geri dönelim. Orada sana istediğin her şeyi anlatırım.”
Melda buradaki yeni yetmeler arasında tanıştığım
çalışanlardan birisi. Biz iki stajyer ofisin getir götürünü yapar, telefonlara
bakar, çaylarını taşırız. Bunun dışında günümüz benim derin düşünmelerin ve Melda’nın
lakırdısıyla geçer. O herhalde benim bu suskun halimden oldukça memnun çünkü o
hep konuşuyor bense hep dinliyorum.
“Peki,” dedi beni koridorun ortasında durdurup. “Seni
telaşlandıran ne?”
Hah, işte ben de bunu düşünüyordum. “Arkadaşlarına haber
vereceğim. Ama hangisinden başlamalı, önce kime haber vermeli bilemiyorum.”
Şaşkın şaşkın yüzüme bakınca açıkladım. “Öylesine bir arkadaş grubu değil bu.
Ben onların o kadar da içinde değilim. Gidip de birisine anlatırsam belki bana
inanmazlar, belki beni suçlu bilirler. Hepsi birbirinden tuhaf insanlardır. Sonuçta
bu herif grubun başındaki adam. Benim gibi çömezin dediğine niçin inansınlar?”
“Peki nasıl oluyor da senin gibi biri bu kadar tuhaf bir
grubun içinde bulunabiliyor?”
Melda gülerek sordu bu soruyu fakat o kadar haklı bir soruydu
ki gülemedim. “İnsanlar çok basit sebeplerden arkadaş olurlar Melda. Sadece
şartlar öyle gerektirmiştir, doğru yer ve zamanda doğru zamanda buluşmuşlardır.
Böylece, birbiriyle hiç alakası olmayan insanlar bir aileye dönüşürler. Tek
yapmaları gereken doğru yerde doğru anda bulunmak.”
Aklı olan biri bu lafımdan Melda ile arkadaş olmamın tek
sebebinin bu işyeri olduğunu anlayabilirdi. Fakat o bunu anlamak yerine,
sonuçta dedikodu bu ya, polisler tarafından götürülen arkadaşımla ilgili
sorular sormaya devam etti. Ne kadar meraklıydı bu kız.
“Ben senin yerinde olsam, hangisi diğerleriyle konuşmayı
biliyorsa ona giderim. Hatta yalnız ona haber verir, işi başımdan savarım. Bu
dertten de böylece kurtulurum.”
“Evet ama durum bundan ibaret değil. Dediğine göre polisler
diğerlerini de arıyormuş.”
Melda bu sefer daha çok güldü. “Sen de ne belalı insanlarla
takılıyormuşsun öyle. Kötü çocuğu mu oynuyorsun yoksa?” Sonra durulup
ciddileşti. “Ama yok, aynasızların hepsi böyle. Sırf marjinaller diye önlerine
geleni içeri tıkıp zorbalık ediyorlar. Ah bir onları…”
“Boş ver,” dedim onu sakinleştirip. “Olacak olan olur.”
“Olacak olan olur da, insan eli kolu bağlı da durmak
istemiyor.”
O böyle söyleyince İbrahim’in sözleri tekrar kulaklarımda
çınladı: “Unutma, bizler kaderimize boyun eğeriz ancak tehlikeler karşısında
da elimiz kolumuz bağlı değildir.”
Melda konuşmaya devam etti ancak sesi, derin düşünmelerimin
arkasında yine buğulaştı. Kafamdan onlarca soru geçiyordu: Hepsi farklı
zamanlarda, farklı coğrafyalarda yaşayan altı insandan niçin biri tehlikeye
düşünce diğerleri de düşsün? Onlar öyleyse ben de mi tehlike altındayım?
Yorumlar
Yorum Gönder