Mektup 91: Yazmaktan Başka Hiçbir Şeye Sahip Değilsin
Ne yazacağımı hiç bilmiyorum. Şu aralar düşünceler peşi sıra gelip geçiyor. Onları tutamıyorum, sanki kırlangıçlar gibiler. Bir sürü halinde onları görüyorum da iş tek tek onları fark etmeye gelince avcumdan kaçıveriyorlar, tarlaların üstünden süzülüp gözden kayboluyorlar.
Yine de halimden memnunum. Sonuçta çoğu düşünce böyle
olmalıdır, değil mi? İnsan her düşüncesini apaçık görebileydi delirirdi
herhalde. Kimse en otomatik, en istemsiz, en şeytani taraflarının sanki kendi
benliğiymişçesine orada dikilip durmasına katlanamaz. Herhalde bizim en
bilinçli benliğimiz, bu zihin tarlasında seçkisiz kırlangıçların etrafında dönüp
durduğu bir korkuluktur.
Fakat benlik atıl mı? Bir korkuluk hareket etmez ancak
bilinç hareket eder. Öyle bir korkuluk ki kırlangıçlar sürüsünün yarattığı
senfoni orkestrasını, elinde çubukla yöneten bir şef gibi. Öyle bir korkuluk ki
bazen o da kendisini kırlangıç sanıp onların dansına eşlik ediyor. Uçamıyor ama
uçar gibi yapıyor, hareket edemiyor ama eder gibi yapıyor. Atıl ama etken,
koşan bacaksız bir korkuluk.
-
Saat on kırk beş şimdi. Korkunç yaşamıma geri döneceğim. Gri
sokaklardan, gri binaların önlerinden geçerek beni boynumdan domuz bağıyla bu
sisteme prangalamış sisteme geri gideceğim. Söyle bana, modern insanın gücü
köleliğinden başka nedir? Sonuçta bize dayatılan, köle kaldığımız sürece özgür
olduğumuz düşüncesi değil midir?
On bir kırk beşte hiç de istemeyerek içtiğim kahvemi
alacağım. On iki tamda öğle molasına çıkacak, sigaramı tüttürecek, dışarıda
görsem selam vermeyeceğim şahsiyetsiz adamlarla bir iki laflayacağım. Onların
model arabaları, pahalı evleri, mutluymuş gibi gözüken aileleri hakkında
konuşacağım. Dişlerimi, bir dizi inci kolyeyi sergiler gibi zoraki açacağım.
Halbuki hepsi biliyor yalan olduğunu! Ne o lüks yaşamlar ne de inci dişler…
Hiçbiri bize mutlak mutluluk getirmez, sadece daha çok bela getirir.
Tabi laf ettiğime bakmayın. Ben de mutlak mutluluk nerede
bilemiyorum. Onların yaşamı sahte de benimkisi değil mi? Onlarda birkaç renk
var da benimkisi bütün bütün gri diye, benim yaşamım onlarınkinden daha gerçek
olmuyor. On altı kırk beşte işten çıkacağım. Bu dünya ne biçim bir cehennemdir.
On sekiz kırk beşte barda yeniden içeceğim. Hayatımdan nefret ediyorum. Yirmi
iki kırk beşte ağlayarak eve döneceğim, yatağımda intiharı yeniden düşüneceğim.
Haplar çekmecede. Yirmi üç kırk beşte gözyaşlarıyla sızacağım, kurtulacağım.
Geceden kalma iğrenç bir ağız kokusuyla ve morarmış gözlerle
uyanacağım. Çarşafın içinde ceset gibi hareketsiz duracağım. Saate bakacağım: On
kırk beş. Korkunç yaşamıma geri döneceğim.
-
Yazıyoruz da nereye kadar? Sabahın ilk ışıklarıyla yataktan
çıkar çıkmaz oturuyorum daktilomun başına. Turuncu metal şaklıyor. Tak tak!
Parmaklarımı bir daha bu kadar hızlı göremezsiniz. Sonuçta sekiz saattir derin
bir uykudaydım. Bir yazar rüyasında yazacaklarını görmüyorsa ondan ne çıkar?
İşte böylece yazacaklar dağ gibi birikir.
Karşımda ahşap pencere pervazına güneşin ışıkları vuruyor.
Huzmelerde oynaşan tozları görüyorum. Alerjim var onlara, hapşırtıyorlar beni.
Hele ki böyle apaydınlık, havanın mis gibi olduğu bahar sabahlarında çiçek
polenleri de bir sürü halinde havaya doluşunca zehroluyor vakitlerim. Tak tak!
Bereket şimdi dincim, hiçbir şeyim yok. Fakat öğlene doğru başlar mesai.
Yazıyoruz da nereye kadar? Geçen bizim Kemal Bey misal,
yazılarını sayfası yirmi beş kuruştan satmayı teklif etmiş de az daha
kovulacakmış. Ben sayfasını on kuruşa satarım arkadaş, Kemal benim de bazen
aklımı çeler. “Ulan,” der. “Biz enayi miyiz? Gavur kendi yazısını pahalıdan
satıyor, biz hep ucuza gidiyoruz.” Ben de dayanamam. “Kemal,” derim. “O gavur,
biz değiliz. O pahalıdan gitmeyecek de biz mi gideceğiz? Bu memleket gavurların
yaşadığı, yavrularının süründüğü memlekettir.”
Tabi ben bunları ona takılmak için söylerim. Ama Kemal ciddi
herif, küfürler savurup kalkar masadan ve paltosunu alıp dışarı fırlar. Dükkan
önünde onun soğukta biraz daha tüttürdüğünü, sonra çekip gittiğini görürüz.
Herhalde öyle zamanlarda yazacağı şeyler hakkında düşünüp içinden biraz daha
küfreder. Nihayet yazacakları kazanır ki evin yolunu tutar.
Sonra millet bana yüklenir. Niçin Kemal’e öyle diyormuşum?
Kemal’miş bu, sinir hastasıymış, alınırmış, kalbine inermiş. Kemal hakikati
kaldıramıyorsa ben ne yapayım arkadaş. Ben yalnız yazıyorum. Tak tak! Şimdiye
Kemal gibi olaydım beni de kovmuşlardı. Tak tak!
Bir gündü hiç unutmam, zabitler geldi dükkana. Tabi
arayacaklar, soruşturuyorlar. Yok efenim niçin yazıyormuşuz, devlete düşmanmış
mıyız, hökümeti eleştirmek bize mi düşmüş… Ben tabi süklüm püklüm oturuyorum,
karışmam öyle kavgalara. Yazdıklarım da basit şeylerdendir. Ama Kemal herif
öyle mi? Ayağa kalktı. Zabitin belki omzuna geliyor boyu ama diklendi. Sen
misin dükkanı eşkıyaca basan! Vay o zabitin haline! Hökümette tanıdığı mı
kalmadı, zabiti görevinden attırmadığı mı kalmadı... Nihayet zabitler Kemal’in
deli olacağına hükmetmiş olacak ki çekip gittiler.
Tak tak trink!
Turuncu metal şaklıyor, ben hala yazıyorum. Kemal’i
bekliyorum. Dokuz buçukta yetişemezse bana tütün sözü var, yarım gram da kahve
alacak. Sonra ona bir keseye sarılmış halde kağıtları vereceğim. Oradan doğru
Hayto’nun oğluna… Vereceği bir de mektup var, ki önce benim mektuplarımı
getirecek. Zavallı çocuk hiç denk gelemiyor bana, ben de ona mektup yazıyorum
içindeki yazma aşkı ölmesin diye. Bazı bazı yazılarını gönderiyor. Okuyorum,
yalandan tebrik ediyorum. Veledin pek hoşuna gidiyor. Fakat n’aparsın, herkes
yazmak için doğmamıştır.
Tahta pervaza bir kuş konuyor. Duruyorum. Yazdıklarıma,
sonra kuşa, sonra saate bakıyorum. Kemal herif gene geç kalmış, zaten
bekleniyordu. Pencereyi kapatıyorum. Bu güzel lanet hava bana günümü
zehretmeden gelse ne iyi olur. Yoksa bir daha ki sefere çarşıdan Adıyaman
tütünü söyleyeceğim. Herhalde bu sefer parası yetmez de erken gelir herifoğlu.
Tak taklar durdu şimdi. Kapını önünde oturmuş öylece
bekliyorum. Bayağı edebiyat yapıyormuş gibi hissediyorum, hala pervazdaki kuşa
bakıyorum. O da bana bakıyor. Nedense gözünün içindeki o kara ışıltıdan, beni
anlayacağına dair bir umut büyütüyorum: “Ben,” diyorum. “Normalde senin gibi
kuşlar hakkında yazardım. Doğa güzellikleri ölesiyle ilgimi çekerdi. Ne var ki
şimdi o doğanın çürüdüğünü görüyorum. Çürümüşlük ve kokuşmuşluk her yana hakim.
İşte ben de bir yazar olarak, bu çürümüşlüğün içindeki güzelliği görmeye ant
içtim. Yazdığım şimdi yalnız budur.”
Kuş bana bakıp şakıyor: “Kuşlar kalem tutamaz bey amca. Hem
yazıyoruz da nereye kadar?”
Yorumlar
Yorum Gönder