Mektup 92: Yazarlık Atölyesinden Denemeler yahut İkyüzü Geçmezler

Şimdi yanağı ötekinin dizine yaslanmıştı. “İyi halt ettin!” diye tepindi yerinde. Kafasını kaldırmak istedi ancak hemen başının üstündeki tavan buna izin vermiyordu. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Birkaç saniye içinde gerçekleşen bu olayı kime anlatsanız kahkahayla gülerlerdi size.

Karşısındaki küçüğe baktı, karanlıkta yalnız korkuyla titrediğini gördü. Onun bu mahzun duruşu karşısında kalbi yumuşadı. “Oyun oynuyordu zaar.” diye düşündü öfkesini yatıştırmak için tekrar. Nasıl bu sandıkta mahsur kaldıklarını yeniden düşünmeye başladı. Bu küçük koşarken ona çarpmış, dengesinin bozulmasına sebep olmuştu. Çitlerin hemen yanında durdukları için de bu sandığa bir çuval gibi düşüvermişlerdi. Ardından sandığın meşe kapağı gürültüyle üstlerine düşmüş, zavallılar içeride kilitli kalmışlardı.

Bir kurtuluş umuduyla dar duvarları eliyle yokladı. Karanlıkta görmek için kaşlarını çatmaktan başı ağrıyordu artık. Saatlerdir burada iki büklüm durmaktan kemikleri acımaya başlamıştı. Bir süre sessiz kalıp solukları dinlemeye koyuldu ancak sonra diğerini duymaz oldu. Kalbi sıkışmaya başlamıştı.

Aniden bunalıp duvarları yumruklamaya, bağırmaya başladı. Bu cehennem daha ne kadar sürecekti! O böyle hareketlenince sandığın yan kapağı aniden düştü, ikisi birlikte dışarı yuvarlandılar. Yere kapaklanınca kendine geldi, ayağa fırladı. “Kalk!” dedi. “Bunun hesabını vereceksin. Bak bana ne yaptın!” Fakat küçüğe elini atınca buz kesmiş bir ele dokundu, olduğu yerde kalakaldı.

Zavallı olduğu yerde hareketsiz yatıyordu.

-

Mümtaz, ağabey dediği amcasının oğlu İhsan’ın hastalanmasından beri doğru dürüst sokağa çıkmamıştı. Artık sabahları gözlerini kamaştıran güneşten bile rahatsız oluyordu. İki büklüm duruyor, evin içinde sürünür gibi duvarlara tutunarak dolaşıyordu. Anasının mutfakta dizlerine vurarak “A oğlum, hiçbir şey yemiyorsun. Dilim kopaydı da İhsan’ı sana demiyeydim.” nidaları arasında üç beş lokma yiyor, sonra rutinine uyarak gerisingeri odasına dönüyordu.

Yazı masasına oturduğunda yalnızca gözlerini yumuyordu. Tarlalara uzanan tozlu patikada İhsan’ı, koşarken itişip kakıştıklarını görüyordu. Patika boyu konuşmaları, gülüşmeleri; tarlada yakıcı güneşin altında saatlerce aç susuz çalışmaları bir bir aklına akın ediyordu. Nihayet saatler sonra Mümtaz gözlerini açıyor, hiçbir şey yazmamış olarak o masadan kalkıyordu.

Zavallı İhsan, gözlerinin önünde çürüyordu. Biraz önce gördüğü, hatta belki dün yaşamış gibi hatırladığı o görüntüleri göz kapaklarından nasıl sökeceğini kara kara düşünüyordu. O anıların ardından mütemadiyen hasta yatağında İhsan çıkıyor, ona bir şeyler söylüyordu. Mümtaz bir rüya telakki ettiği bu anda eğilerek kulağını İhsan’a yaklaştırıyordu. Fakat zar zor duyduğu sözler de kesik nefeslerin arasına karışarak sonunda karanlığa gömülüyordu.

“Demek sonumuz böyle olacak.” diye geçiriyordu içinden yutkunarak. Ve gözleri yatağının altındaki beylik tabancasına gidiyordu. İhsan’ın hastalığını öğrendiği o ilk zamanlarda verdiği sözü hatırlıyor, bu sözün ağırlığı altında eziliyordu. Hakikat şimdi Mümtaz’ın kulağına, hem de Mümtaz’ın kendi sesiyle, fısıldıyordu: “Sen gidersen, peşinden geleceğim. Şerefim üzerine, yemin ediyorum.”

-

Usturasını biliyor, kantaşlarını diziyor. Aynadan yansıyan görüntüsüne bakıyorum. Dudaklarını örten sararmış pala bıyığı, uçları beyazlamış devasa kaşları ve beyaz önlüğüyle sanki bir sanat icra etmeye hazırlanıyor. Önündeki koltuğu çeviriyor, müşteriyi rahat ettiriyor. Ben arkadaki taburede oturmuş, yalnız sahnelenen bu sanatı izliyorum.

Akşam güneşi vitrinden kel başlara, saçlara, sakallara uzanıyor. Ve sonra o başlardan akarak yere düşüyor. Kalfa boyuna yerdeki saçları faraşına dolduruyor. Saçlarla birlikte akşam güneşinin son ışıklarını da dolduruyor olacak ki küreğini çöpe boşaltınca güneş batıveriyor.

Kahverengi kağıtlı duvarlara losyonların, tıraş köpüklerinin kokusu sinmiş. Islak havlular yan yana asılıyorlar bir tabur gibi. Yaşamıştım ben bu anları. Kalfa görev aşkıyla sağa sola koşuyor. Aslanımı da tıraş etmişlerdi. Kalfa havlulara uzanıyor, berberin elindeki ustura bir avcı bıçağına dönüşüyor.

Televizyonunda şimdi Müslüm Baba çalıyor. Losyonların kokusu bana geçmişi hatırlatıyor. Çünkü her baba ilk tıraşını yanındaki küçük adamla olur. Dükkandan içeri giren biri başka bir koltuğa oturuyor. Kalfa soruyor. “Asker tıraşı” dökülüyor ince dudaklarından. Müslüm Baba kulaklarımda şiddetleniyor. Elimi kalbime götürüyorum, boğuluyorum.

-

Saatlerce süren bu koşuşun ardından nihayet bir tepede durdu, kendini olduğu yere bırakıverdi. Çamurlu toprağa önce dizleri, sonra avuçları, en son alnı dokundu. Bardaktan boşanırcasına yağan bu rahmet karşısında sessizce bir süre secdede kaldı. Başını kaldırdığında gözlerini kırparak yarılmış gökyüzüne ve kendisine bahşedilene baktı.

Bağırarak ağlamaya başladı, Tapduk’un dergahından beri içinde sakladığını Allah’a sunar gibi. Avuçlarıyla çamurları eşeledi, omuzlarından düşen örgülü saçlarını yoldu, göğsünü paraladı. Çamurda, örgülerinde, göğsünde hep Allah’ı aradı. Sonra aniden yağmur duruverdi.

Gözlerini açınca başının üstünde, havada asılı duran damlaları gördü. Gözlerinin önünde yarılan göğe, bulutların ardından ışıklar saçan aleme baktı. İşte gayb apaçık gözlerinin önündeydi. Önündeki yirmi yılda yazacakları, gözlerinin önünden birkaç saniyede akıverdi. Satırlar arasına gizlenmiş ölümü, doğumu, yaşamı, adaleti ve sevgiyi fark etti. Divanından üç bin parçayı okuyan akça başıyla Molla Kasım’ı tanıdı. Bin şiirini kuşların şakımasıyla duydu, bin şiirini balıkların denizinde gördü, bin şiirini yüzyıllara yayılmış halde notalarla dinlerken buldu kendini.

Göğüs kafesi açıldı, kaburgalarına divanından sözcükler kazındı. Kalbinin içindeki derinlerden yazdıklarını okuyan insanları duydu. Dudaklardan adının, Allah’la döküldüğünü işitti. Dergahtan çıkan yolları gördü, kervanların peşinde meşhur diyarları gezdi.

Gözlerini açtığında olduğu yerdeydi. Kendisinden içeride kendindeydi.

Yorumlar

Popüler Yayınlar