Mektup 93: Memurun Ölümü Rework
Şehir Tiyatroları’ndan beklendiği üzere akşamın köründe
oynuyordu oyun. Güneş batalı birkaç saat olmuş, kalabalık tıklım tıkış salona
dolmuştu. Devlet memurları, üst düzey yöneticiler, makam sahipleri ardı sıra
kırmızı koltuklarda oturuyorlardı. Çünkü çok uzun zamandır beklenen “Keşanlı
Ali Destanı” Haldun Taner’in anısına bir kez daha sahneleniyordu.
Kalabalığın arasında bizim alık İhsan da vardı. Evet, İhsan
Deniz Çerkezoğlu. Böyle tanıttığıma bakmayın kendisini, pek kimseler tanımaz.
Biraz sümsük, aklı bir karış havada, itaatkar bir memur. Ne ortalamadan onu
ayıran bir özelliği vardır ne de herkesten sakladığı gizli bir yeteneği. Normal
dağılım bir insan kalabalığı olsa, tam ortasına oturacak bir mazlumdur bu
İhsan.
Hemen birinci balkonda, yarı uykulu gözlerle korkuluklara
dirseklerini dayamış oyunun başlamasını bekliyordu. Patronunun zoruyla bütün
ekip olarak buraya gelmişler, oyunu izlemeye mecbur bırakılmışlardı. Şimdi
zavallı herif, yorgun bir iş gününü sonunda evine gidip kanepesine yığılmak
varken burada ahşap tiyatro koltukları üzerinde kıçını ağartıyordu. Patronuna,
bu düzene, bu tiyatroya lanet okuyordu. Okuyordu ama içinden okuyordu. Dışından
okuyamayacak kadar yorgun ve korkaktı çünkü. Böylece bıkkınlıkla yerinde
doğruldu, sırtını geriye yasladı.
Hemen yanında bir hareketlilik gördü. Aşağıya sarkan bir
grup iş arkadaşı, hararetle birbirlerine aşağıdan birisini işaret edip
kıkırdıyordu. İhsan biraz kulak kabarttı, sonra onlar gibi kollarını
korkuluklara vererek vücudunu aşağıya sarkıttı. İşte o zaman, hemen
balkonlarının altında duran parlak mı parlak, kel mi kel bir kafa gördü. Bu kel
kafayı nerede görse hemen tanırdı: Bu, patronun baş danışmanı sayın Birader’di.
Ne var ki şimdi adamın adı aklına gelmiyordu. Fakat işte bu kel kafayı bu adla
tanıyordu: Birader.
Çünkü işe girdiği ilk günden beri bu ofisin Birader
tarafından kolaçan edildiğini sık sık duymuştu. Birader aşağı, Birader yukarı.
Sigara molaları zehir oluyor, iş başındayken telefonla konuşamıyor, laklak
edemiyordu. Bu Birader denen herif kimseye nefes aldırmıyordu. Patrondan daha
çok patronluk ediyordu deyim yerindeyse!
Yandakilerin konuşmasından anladığı kadarıyla, diğerleri
tarafından da sevilmiyordu bu herif. Yapacak bir şey yok, bazılarının kaderi
buydu. Sevilmezlerdi, ki kendilerini sevmek için sebep de sunamazlardı.
Suratları sirke satar, sözleri can sıkardı. Bu Birader ve onun kel kafası da
işte aynı kadere sahipti bu ofiste.
Fakat bu yandakiler bir türlü susmuyordu. Oyun çoktan
başlamış, oyuncular sahnedeki yerlerini almışlardı. Birinci perdenin yarılarına
geldiğinde grubun muhabbeti öyle hararetlenmişti ki diğer seyircilerden bir
“Şşşştttt…” sesi yükselmeye başlamıştı. İnsanlar sıcakta yelpazelerini
sallıyor, sürekli konuşan grubu uyarıyor, bir yandan da oyuna dikkatlerini
vermeye çalışıyorlardı.
İşte İhsan, bu cümbüşün içinde gördü onu. Tam sahnenin
ortasındaydı. Kırmızı etekli elbisesi, başına kondurduğu karanfille dünyanın
belki de en güzel kadını. İhsan, zavallı İhsan, çoktan ayran gönlünü bu güzel
hanımefendiye kaptırmıştı. Tıpkı geçen hafta otobüsteki şu diğer hanıma olduğu
gibi ve ondan önceki hafta postane veznesindeki sarışın kız gibi ya da ondan da
önceki hafta denk geldiği market çalışanı gibi…
İnsanlarla iki çift laf etmekten aciz İhsan elbette
kadınlarla da konuşmayı bilmezdi. Küçüklüğünden beri anası onu hayat denen
cehennemden sakınmış, işte İhsan da böyle biri oluvermişti. Hiçbir şey yapamasa
bile düşlemek bedavaydı. Sahnedeki güzele baktı, baktı. Sonra dirseklerini yine
önündeki korkuluklara dayayarak ellerini yanaklarına koydu. Suratı, bedeni
büzüldükçe büzüldü. İhsan, hayallere daldı.
Bu hayallerin arasından yandaki grubun kesik cümleleri
duyuluyordu. Hayalinde hanımefendiyle bir kafeye girdiğini görüyordu. “Gelin şu
herife gününü gösterelim.” Bir fincan çay söylüyorlardı garsona. “Bizi sık
boğaz etmek neymiş görsün adi herif.” Kaynar çaydan dudakları haşlanıyordu ama
hanımefendinin gözlerine bakmak dudaklarının acısını unutturuyordu. “Oğlum bak
başımıza iş almayalım.” Çayından bir yudum daha alıyordu. “Puuuuğğğ….”
İhsan hayalinden fırlayıverdi. Çünkü aşağıdan bir gürültü
kopmuştu. Başını bu hayal bulutundan kaldırınca kesilen oyunu, şaşkın
oyuncuları ve gülmemek için ağızlarını kapatan kalabalığı gördü. Sahnedeki
günlük aşkıyla hızlıca göz göze geldi. Başını aşağıya çevirince kelinin son
noktasına kadar kıpkırmızı kesilen Birader’i kendisine bakarken yakaladı: “Hayvan
herif, kafama tükürmek neymiş göstereceğim sana!”
İhsan bembeyaz kesildi. Başını çevirip yanındaki haşarı
gruba döndü ancak ortalıkta kimsecikler yoktu, çoktan tüymüştü şerefsizler.
Elleri titriyor, gözü kararıyordu. Bu sırada Birader de tüm sıra boyunca
oturanları ayağa kaldırmış, insanları yıkarak geliyordu. Bu öfkeli haliyle başı,
sanki ucundan sıkılmış bir hamur gibi kravatından fırlamışa benziyordu. Ve
İhsan bu gülünç tablo karşısında zanlı olmanın korkusu yüzünden gülemiyordu
bile. Yüzünde, her zamankinden daha aptal ve ne yapacağını bilemeyen bir ifade
oluşmuştu.
Millet ayaklanmış, oyun durmuştu. Birader’in balkona çıkan
ayak seslerini ve arkasından gelen kalabalığı işitti. Zavallı İhsan, oracıkta
kalakaldı. Kaçacak hiçbir yeri olmadığı gibi kendisini açıklamak içinde ne
vakit vardı ne imkan. Olsa bile Birader, ümüğünü sıkarak hakkıyla bir
açıklamaya yapma şansını vermeyecekti ona.
Arkasına dönünce, Birader’in artık morarma noktasına gelmiş
çirkin yüzünü gördü ve koskoca balkonda tek kişi olduğunu fark etti. Birader’in
suratına inen devasa tokadıyla, mazlum İhsan koltukların arasına yığıldı. Aşığı
ise sahnede, kahkahayla gülüyordu. Çünkü oyuncular, ertesi sabah gazetelerde
manşet olacak muazzam oyunu bedavaya izliyordu.
*İvan Dimitriç Çerviakov: İhsan Deniz Çerkezoğlu
*Brizjalov: Birader
*Korneil’in Çanları: Keşanlı Ali Destanı
Yorumlar
Yorum Gönder