Mektup 95: Aklın Kuyularından Kurtuluş
“İnsanlığı nasıl uyaracağım?” diye düşündü. Koltuğunda
oturmuş, şafak vaktini beklemekteydi. Güneşin ilk ışıkları turuncu turuncu
ağlaşarak pencere pervazına doluştuğunda derin bir oh çekti, oturduğu yerden
kalktı. Pervaza elini koyup güneşi gözlerine içerek merakla dışarıyı seyretti.
“Onlara nasıl anlatacağım?”
İnsan evladının laf dinlemez olduğunu biliyor, bunun için
endişeleniyordu. Ömrü hayatı boyunca kime derdini anlatmak istese ona sırt
dönülmüş, suratına kapılar çarpılmıştı. İnsan kendi yaşamı refaha kavuştu mu
fazlasıyla ilgilenmeyen, korkak bir canlıydı. “Fakat dinlemeleri lazım.
Dinlemezlerse çok kötü olur.” dedi gözlerini kocaman açarak. Şimdi acıdan
ellerini yiyordu, zavallı elleri deli gibi titriyordu. “Onları kurtarmam lazım.”
“Fakat işte sen de dedin,” diyiverdi içindeki
içindeki. “Dinlemezler ki seni. Anasının sütünden bir yudum alıp kan içmeye
kalkışan varlıklar bunlar. Hadleri bildirilmeli.” Bu sefer ihtiyar daha
çok, daha çok korktu ve dönüp koltuğuna oturdu. “Senin haddin değil.” dedi
cevaben. “Ne yapacaksın? Onlara nasıl hadlerini bildireceksin? Sen kendini ne
sanıyorsun?”
“Ben adaletin kılıcıyım.” dedi kısık, insanı ürperten
bir sesle. “Ne mi yapacağım? Ah ihtiyar, artık hep unutuyorsun. Nerede şu
aklın? Git, şu çekmeceyi karıştır. Mantar panonun önündeki şu perdeyi çek.
Birlikte yaptıklarımızı bir kontrol et.”
“Buradan kalkmayacağım. Buradan kalkarsam…”
“Fakat beni durdurma şansını da çöpe atmış olursun. Kim
bilir belki orada, beni yok etmenin anahtarını bulacaksın. Dünyayı, şu koşuşan
minik çocukları, mazlum insanları kurtaracaksın. Belki orada bulduğun şeyle
beni durdurup kahraman olacaksın.”
Yalan söylediğini adı gibi biliyordu ama ruhunun içinden bir
şey, hayır bu konuşan değil başka bir şey, onu ölesiye dürtüyordu. “Ayağa kalk,
yürü, onu durdur.” diyordu. Koltuktan kalkıp yastığı önüne siper etti. “Gidip
bakmaktan zarar gelmez. Onu durdurmanın yolunu bulamazsam hemen otururum.” diye
düşündü. Çalışma masasının arkasına dolandı, duvarı kapatan perdeyi elleriyle
hipnotize olmuş gibi çekti. İfadesiz gözlerle duvara karalanmış planlara,
raptiyelerle çakılmış insan yüzlerine ve haritalarına, keçeli kalem izlerine baktı.
“İşte ne yapacağımı soruyordun.” diye tekrar yükseldi
ses. “Önce şafak doğacak, sonra ben doğacağım.” O sırada güneşin resmine
bakıyordu. “Sonra şu pencereden, aşağıda erkenden kurulan pazar yerine
atlayacağım.” Çalışma masasına çarparak geri sendeledi, birden kendini
yerde buldu. Acıyla kıvrandı. Kendiyle birlikte masanın üstünde kırmızı
reçeteli haplar, not kağıtları da yere düştü. “Sonra üç küçük çocuk bulup
yiyeceğim onları.” Bu sefer ses daha korkunç, daha çirkin bir hal almıştı.
Gözleri duvarda asılı duran Goya tablosuna takılmıştı: Çocuklarını Yiyen
Satürn. “Kapa çeneni!” diye bir çığlık attı.
“Niçin çabalıyorsun?” Bu sefer daha şefkatli, daha
yumuşaktı. “Artık sen yoksun, yalnız ben varım.” Tekrar başını duvara
çevirdi, duvara çakılmış insan yüzlerine bakmaya başladı ama onlar da gözlerini
çevirip ona bakmaya başladı. “Herkese acı ama onlara acıyayım deme,
bozuşuruz. Çünkü onlar yalnız kravat giymiş lağım fareleri. Dünyada herhalde
benden daha pis, daha alçak bir şey varsa bu onlardır.”
İhtiyar kapıya doğru yerdeki bedenini sürüklemeye başladı.
“Alamazsın.” dedi başını iki yana sallayarak. “Benim iznim olmadan bu bedeni
alamazsın.” Tepesindeki lamba birden odayı aydınlatıp tekrar söndü, çekmeceler
gürültüyle açılıp kapandı. “Var olmayan bir şey nasıl bana karşı çıkacak?!”
diye hiddetle köpürdü içindeki. “Elleri olmayan adam nasıl kılıç tutacak!”
Bu sefer ihtiyar durdu, hıçkırarak ağlamaya başladı.
“Geçecek.” dedi ses. “Her şey gibi bu da geçecek.
Bak, bir zamanlar yaşlı bir bilge idin. Sonra kazdığın o akıl çukurlarında
benimle, ruhun şeytanıyla tanıştın. Ne var ki bilgeliğin beni yenmeye yetmedi.
Şimdi sen de, dünya da yaptıklarınızın bedelini ödeyeceksiniz.”
Pencerenin önüne çakılmış tahtalar bir bir düşmeye başladı.
İçeride şeytan her saniye daha çok büyüyor, heyecanla manifestosunu okuyordu: “Yok
öyle bedavadan ruhu araştırmak, yok aklın kuyularında en derinlere inip hiçbir
şey olmamış gibi davranmak!” Son tahta da düşünce ihtiyar yattığı yerden
bir güç tarafından kaldırılmışçasına dikiliverdi. Şimdi ışığın geldiği yöne
doğru ilerliyordu. Kaçınılmaz dönüşüm işte başlıyordu.
Bir kedi miyavlaması duyuldu. İhtiyar da pencereye birkaç
adım kala durdu. Aralarında sarman bir kedi soldan sağa geçiyor, kırıtarak
aheste aheste yürüyordu. “Şu kedi aşkına dur!” diye bağırdı birden kendisine
gelmiş gibi. Ötekinden cevap gelmiyordu. Kedi, ihtiyarın ayaklarına yanaştı,
sürtünüp yuvarlanmaya başladı. “Hakikatin önünde bir kedi mi duracak?”
diye düşündü ikisi birden. Sonra içeride, ruhlarının ta içerisinde
karşılaştıkları ilk yerde, o karanlık kuyuda birbirlerini gördüler yeniden.
İhtiyar, şeytan, bir de ortalarında kedi.
“Kuralı hatırladım.” dedi ihtiyar. “Akıl iki
kişiliktir. İkiden sonra biri gelirse, diğeri çıkar. Şu halde benim de kaderim,
kediyle seni burada yalnız bırakmak oluyor.” Şeytan, ihtiyarın yavaşça yok
olan siluetine ağlar gözlerle baktı. Birden haykırmaya, delirir gibi bağırmaya
başladı. Şimdi kuyunun dibinde bir kediyle baş başaydı.
Şimdi pencerenin önünde ışığa bakıyordu. Canı hiç
yanmıyordu. Pazardan neşeli kalabalığın, koşup oynayan çocukların sesi duyuldu.
Yaklaşıp kırık tahtalar arasından onlara baktı. Sonra birden aklına gelmiş gibi
kediye dönüp söylendi. “Nasıl girdin sen içeri?”
Kedi de kendisi başka bir hikmetmişçesine gerinip esnedi. Burada
hakikat, bir tüy yumağından daha büyük değildi. İhtiyar, kediyi dışarı sapıtıp
çalışma masasına döndü. Masanın yanında düştüğü yerde durdu, bir şey fark edip diz
çöktü. Kutusundan çıkıp dört yana saçılmış haplarla uzun uzun bakıştı. Deliliğin
sınırları umutla doluydu şimdi.
Yorumlar
Yorum Gönder