Mektup 96: Başka Bir İtiraf
Belki altı aydır bir şey yazmıyorum. Kurgu olsun olmasın
yazmaktan kaçındım. İçimde bir endişe var. Şu sıralar özellikle yükselen bu
endişe, yaşamın ciddi bir anlamı olmamasında kaynaklanıyor. Evet, bu basitçe
bir cümlede söylenip geçiştirilen hakikatten delicesine korkuyorum.
Geçen Pazar’dı, hayatımda hiçbir değişiklik yoktu. Ne bir
gerileme ne gelecek için bir çaba. O geceye dek tatlı tatlı uyuyabiliyordum
halbuki. Sonra bir şey oldu. Herkes yattı, ışıklar söndü. Şehrin elektriği de
birkaç saniyeliğine kesildi hatta. Zifiri karanlık oldum olası heyecanlandırır
beni. Gözlerimi yumdum, uykunun gelip beni beşiğine yatırmasını beklemeye
başladım. Ama birden o geceyi yaran tik takları bir kilisenin çanı gibi
gürültülü duymaya, yapay ışığın her huzmesini göz kapaklarımla içmeye başladım.
Her günkü rutin düşünceler zihnimin dar kaldırımlarından ışık hızıyla akmaya
koyuldu.
Uyuyamadım, saatlerce ayaktaydım. Odanın içinde dolandım,
dört duvarı tavaf ettim. Bir ara sokak lambalarıyla aydınlatışmış, tek tük
gececi ayyaşların ve arabaların geçtiği caddeyi seyrettim. Saat başı gazı
kökleyen motorcuların, küfreden kadınların gürültüleri arasında düşünüp durdum
endişeyle: “Neden yaşıyorum?”
Bilgisayarı açtım, yazmam gereken her şey aklımdaydı. Sonra
silindiler. Sanki çamura saplanmış güzel bir tükenmez kalemi alır da pisini
sıvazlayıp temizler, sonra üstüne kazınmış şu cümleyi açığa çıkarır gibi bir
kağıda şunları yazdım: “Gerçeklikten tiksiniyorum.”
Hiç uyumadan sabahı gördüm, gün aynen akmaya devam etti.
Sıfır uyku gecesi diyorum böyle günlere ki benim için de nadir bir durum
değildir. Ayda bir, bazen haftada bir böyle sıfır uyku gecesi yaşardım.
Küçüklüğümden kalma çirkin bir alışkanlık... Hem günleri takip etmezdim hem de
uykusuzluk bana ciddi bir tehlike gibi görünmezdi. Zaten dünyada tek
yapabildiği düşünmek olan bir adamın böylesine bir şeyden de büyük bir zarar
göreceğini sanmıyorum. O yüzden bu günlerde bütün işlerimi makineleşmiş,
robotlaşmış gibi otomatik yapardım.
Fakat sonra gece geldi. Yatağa girdim; sıcaklayıp
bunalmaların ve üşüyüp titremelerin arasında yorganı bazen üstüme alarak bazense
bir köşeye fırlatarak sonunda uyumayı başardım. Sonra sabah ezanıyla yataktan
sıçradım. Ben uyumaya, Rab’ın emrettiği şeyi yapmak için hayatta kalmaya
çalışıyordum; insanların kirlettiği dünyada Rab gelip başka işi yokmuş gibi
beni tokatlayarak uyandırıyordu.
“Neden yaşıyorum?” Göğsüm deli gibi atıyordu, belli ki
uyurken nefesimi tutmuşum. Gittim, yüzümü yıkadım. Fayda etmedi. Odaya kapattım
kendimi tekrar. Gün yeni doğuyor, odamda tatlı bir aydınlık var. “Niçin bu
hayat?” Yine dişlerimi fırçalar, duşumu alırım. On dakika nefes egzersizi,
sonra yirmi şınav ve sabah yürüyüşü… “Niçin bu vasat hayat?”
Modern dünyanın rutini zihnimi susturmaya fayda etmiyor.
Penceremin önündeki berjere kendimi bir yığın gibi atıyorum. Çırılçıplağım,
geceleri çıplak uyurum; fakat şimdi aklen de çırılçıplağım. Gerçeklikte
tiksindiğim şey nedir? Başlı başına varoluşun kendisi mi yoksa atalarımın
gördüğü parlak gökyüzünü görememek mi? Atalarım yalnız bir hayatta kalma
mücadelesi içindeydiler; bense şimdi sanat ve felsefeye sahip daha gelişmiş bir
yaratık olarak Rab’ın yaratımlarını hakkıyla takdir edebilecekken neden bundan
mahrum bırakılan yine ben oluyorum?
Gerçeklikten tiksiniyorum, inşa edilen gerçeklikten. Çünkü
bunun içinde doğmayı bizzat ben seçmedim. Bir şeyi sevmek için bizzat benim mi
onu özgür irademle seçmiş olmam gerekiyor? Ne saçma düşünce! Halbuki Rab bile
beni dünyaya fırlatmadan önce soruyor: “Sevgili kulum, dünyada imtihana
tutulmayı ve nihayetinde cennetime ulaşmayı sana sunuyorum. Bu mücadeleyi kabul
ediyor musun?” Ben tabi şevkle buna kafa sallamış olacağım ki Rab tuta tuta
beni bu vasat dünyaya yolluyor.
Farklı olacağını zannederdim. Bana vasat hayırlıdır dediler
ancak dilleriyle söylediklerine elleriyle biat etmediler. Benden hep daha
fazlasını, hep daha fazlasını istediler. Şimdi benliği çepeçevre kuşatan ve ruhun
arzularını onun aleyhine kullanan bu iğrenç sisteme ben karşı koyup haykırırken
ve vasattan nefret edip anarşi için mücadele ederken neden suçu üstleneyim?
Neden onların işlediği günahın cefasını ben biçare çekeyim? Hangi Rab’ın hukuku
bunu adil bulur?
Niçin bu hayat? Gün doğdu, güneş gözlerimi yaladı. Rab’ı
görüyorum, “Niçin niçin?” diyor gülerek. “Ben adil ve iyi olacağını söylemedim.
Bunu siz uydurdunuz evladım.” Gözlerimi yalayan ışığa lanetler okuyorum. Sonra
lanet okuduğum tek şeyin aslında kendi hatalarım olduğunu fark ediyorum. Rab
haklı, onun olgular dediği şeyleri ışık ve karanlık, iyilik ve kötülük,
güzellik ve çirkinlik diye ikiye bölenler hep biziz. Şu halde uyku ve uyanıklık
arasında da ciddi bir fark olamaz, değil mi?
“Önümüzdeki on dokuz gün boyunca uyumamak için harika bir
bahane!” diye düşünüyorum. Altı gün sonra kapım zorlanıyor; koku yüzünden
rahatsız olan yan komşum polis çağırmış. Mutfakta yerde kanlar içinde yatan
cesedimi buluyorlar. Uykusuzluk yüzünden dikkatim dağılmış, bıçağın üstüne
düşmüşüm, boğazımı parçalamışım. Rab hayretler içinde izlemiş, “Ne şapşal
çocuk!” demiş. Gülmüş de gülmüş, bir başkasına geçmiş.
-
Şu ana kadar yazdıklarımı bir gözden geçirdim. Şu kanaate
vardım ki gerçek ve kurgunun tam olarak nerede ayrıldığını anlamak bir okuyucu
için zor olmalı. Açıkçası benim için de oldukça zor. Kimisi rüyalardan kimisi
gündüz düşlerinden kimisi saf gerçeklerden oluşan bu yazıların, üstünden onca
zaman da geçince, hangisi hangisiydi pek hatırlamıyorum. Zaten hafızam oldum
olası kötüdür.
Fakat bu yazmaya devam etmem için bir engel değil.
Pessoa’nın kimlikten kimliğe geçişi bana çok ilham vermiştir, ki hiç Pessoa
okumadım yanlış anlaşılmasın. Nasıl ki artık gerçeklik karşıtı bir üslupla
“sanatçı da eserinin içinde yer almalıdır, kendi benliğini yansıtmalıdır”
diyoruz, işte ben de tam olarak bunu yapmaya çalışıyorum. Ne var ki biraz
abartmışım, yazılar benden başka herhangi bir şey anlatamaz olmuşlar. Bir
arkadaşım hep dile getiriyor: “Onları senden başkası anlayamaz.”
Kapalı bir üslupla mı yazıyorum? Çoğunlukla evet. Peki ya
apaçık yazdıklarım, hiç sembol kullanmadıklarım? Burada da kimliği yansıtmada
aşırı problemler oluşuyor. “Henüz keşfetmediğim” kendiliğimi nasıl sabit ve
tutarlı bir şeymiş gibi yazılara yansıtmam beklenilir? “Kendilik” sürekli
olarak inşa olunan ve algılanma süreci kesintisizce devam eden, asla keşfi
durmayan ve bakış açılarınca binlerce farklı personayı kuşanan bir benlikler
bütünüdür. Yeniden o sıfatlar: “Sabit ve tutarlı.” Bunlar belki bir buzdolabının
belki bir koltuğun sahip olabileceği ancak bir kendiliğin asla sahip
olamayacağı özellikler.
Bundan rahatsız mıyım? Durumuna göre değişir: Bazenleri çok kayıp
hissediyorum, bazenleri bundan zevk alıyorum. “Ne olacağım önemli değil, sana
karşı ne olacağım önemli.” Bin bir farklı maskeyi sürekli çıkarıp takmak, tamam
bir noktada kafayı çizmeye sebep olsa da, tam üst-insanlık bir iştir. Nabza
göre şerbet, sonsuz tarafsızlık. Nazım Hikmet kafasını uzatıyor: “Tarafsızlık
şerefsizliktir.”
Ne münasebet, taraflar şerefi mi
temsil ediyorlar? Herkesin bir tarafa geçtiği ve karşı tarafı öcü gördüğü şu
korkunç suçlamalar dünyasında tarafsızlık aksine en büyük şeref olmalı.
Kahraman herkesin kahramanı, üst-insan herkesin üst insanı, Zerdüşt herkesin
Zerdüşt’ü…
Avamın bile mi? Avamın bile. Avam
böyle olmayı kendisi seçmedi. Tamam, belki öğrendiği sistemde gözü korktu da
kendisini biraz geri çekti ama onun da kendince inandığı ve doğruluğundan
kesinkes emin olduğu olgular yok mu? Ne kadar mantıksız olursa olsun bir akıl
hastasının uydurmalarının onun suratına yalan olduğunu haykırarak tedavi etmek
nerede görülmüş? Aksine akıl hastasına el uzatmalı, onu anlamaya çalışmalı. Estağfurullah,
avam akıl hastasıdır demiyorum; apaçık herkes akıl hastasıdır diyorum.
Hepimiz bir zamanlar dünyayı
kendimizden ibaret gören çocuklar değil miydik? Emdiğimiz memeyi kendi parçamız
belleyen, iki santim ötesinde annenin siluetinden bile bihaber… İstediğimiz
olmadı diye kendimizi parçalayıp yere atan küçük çocuklardık daha geçen gün.
Üstüne birkaç yaş ve biraz vasat eğitim eklendi diye niye hemen sapasağlam,
zeki ve ahlaklı canlılar olduğumuzu düşünüyoruz?
Kimlikler işte bu işe yarıyor. Bir
kişi ki ne çok kimlik sahibi olmayı öğreniyor, o zaman onları yönetebilmek için
gereken zekaya ve ahlaka da ihtiyaç duymaya başlıyor. Üst-insan, savunduğu bir
şey var, karşıt düşünceler karşısına diziliyor. Suçlamalar masaya yatırılıyor.
Plaktan çalar gibi hepsine aynı cevabı veren biri hayatta kalabilir mi? Şu
halde hep aynı cevabı veren ideolojiler de ölmeye mahkumdur. Değişim, bu
dünyanın en büyük erdemidir. Sabit duran tek bir kimlik, içi boşalmış bir ruh
gibi dünyada yaşamını sürdürmeye ve bu akıntıda sağa sola sürüklenmeye
mahkumdur. Birden çok kimliğin varlığı ise birbirlerinin elinden tutan ve
kendisini kimseye muhtaç hissetmeden yardımlaşan bir Zerdüştler topluluğu
gibidir. Tek adam artık bir ordudur.
Yorumlar
Yorum Gönder