Mektup 104: Sosyolojinin Bilgeliği
Psikolojinin disiplinler arası çalışmalarıyla kazandırılmış
olan biyopsikososyal yaklaşım, biyoloji ve psikoloji kısımlarında çokça
çalışmalarla beslenmiş ancak sosyoloji kısmından pek tutulmamış ve
desteklenememiş bir yaklaşımdır. Uygulama kısmında akademik çalışmalarda sosyal
psikoloji bu boşluğu doldursa da bizzat sosyoloji içinde yapılan çalışmalar
ayrı bir disiplin olarak bu yaklaşıma destek sağlar gibi görünmezler. Herhalde
bunun sebeplerinden biri, psikoloji biliminin bireyin kendisi ve ruhsallığıyla
aşırı ilgilenmesi sonucunda oluşan sosyal araştırma boşluğunun “sosyal kurumları
araştırma” yoluyla makro sosyoloji tarafından doldurulmasıdır. Böylece
kurumlar-birey veya toplum-birey ilişkisi içerisindeki açıklamalar sosyoloji
tarafından tabiri caizse terk edilmiş ve sosyal psikolojiye bırakılmıştır.
Sam Richard’sın The Wisdom of Sociology (Sosyolojinin
Bilgeliği) başlıklı 10 yıl önceki TEDx konuşmasında aslında tam olarak parmak
basmak istediğim bu konu işleniyor. Richards konuşmasında doğrudan
biyopsikososyal yaklaşımdan bahsetmez çünkü psikoloji ve biyoloji dışından,
gerçek sosyolojiden bir bakış sunar. Psikoloji ve biyolojinin halka
inebilmesine karşın sosyoloji henüz halkla o kadar haşır neşir olamamış, halkın
gözünde bir noktada “kendi tarihini ve ideolojileri anlatan” sıkıcı bir bilim
olarak kalmıştır. Ancak sosyolojinin bilgeliği kavramı, tıpkı diğer bilimlerde
olduğu gibi bize “kişisel anlamda” düşünebileceğimiz bir malzeme sunar.
Sosyolojinin bilgeliği düşüncesi bir determinizm ve özgür
irade sorgusuyla başlar. Psikoloji bilimi pek çok farklı ekolüyle bireyin kendi
kararlarında tamamen özgür olup olmadığı üzerine düşünceler geliştirmiştir.
Kimisi insanı hayvandan farklı görmeyen, kimisi koşullanmalar ağından ibaret
olduğumuzu söyleyen, kimisi ise tam tersi kendi düşüncelerimizin tanrısı
olduğunu iddia eden pek çok ayrı görüş oluşur. Richards, sadece bizimle ve
kendi kişisel özgür kararımızla ilgiliymiş gibi duran pek çok meselenin aslında
öyle olmadığını söyler. Biyolojik ve psikolojik popülerliğin yanında bizlere
“ayı zamanda “(sosyolojik) yapılara
gömülmüş” canlılar olduğumuzu hatırlatır.
Verilen örnek, sosyolojinin metodik kurucularından biri olan
Durkheim’ın İntihar çalışmasından kaynağını alır. Durkheim
eserinde, (henüz kaynağını bulamadığımı bir kısımda) "Bir toplumda intihar oranları yıllar içinde büyük değişiklikler
göstermez; bunlar, toplumun sosyal yapısına bağlı olarak değişir. Bu oranlar,
özellikle ekonomik ve sosyal krizler gibi toplumsal değişiklikler karşısında
belirli bir sabitlik gösterir ve bireylerin sosyal entegrasyonu ile sosyal
düzen arasındaki ilişkileri yansıtır." tarzında bir cümle kurar. Yani
“intihar oranlarının yıllar içinde değişmediği” iddiasında bulunur.
Richards’ın düşünce deneyi olarak aktardığı bu olguda “intihara karar veren
kişinin” aslında bunu sadece tek başına yapmadığı, “intihar edenler” grubuna
dahil olarak sabit bir sayıya katıldığı kısmına vurgu yapılır.
İntihar oranları üzerine gerçekleşen çalışmalar doğru veri
sağlamayabileceği için bunun diğer olgularda da sabit oranlar sunduğu fikri
üzerine durmuştum. Aklıma ilk gelenlerden biri Barış Özcan’dan tutun da
Youtube’a ilk kez video atacaklara kadar herkesin değinmiş olduğu “yeni yıl
kararları” olmuştu. Yeni yıl kararları, ChatGPT ile muhabbetimize göre
gerçekten tıpkı intihar oranları gibi genelde sabit kalan bir olgu. Robot diyor
ki: “Araştırmalara göre, yeni yıl
kararları alan kişilerin sadece %8-10'u bu kararları yıl boyunca
sürdürebilmektedir. Bu oran, dünya genelinde farklı kültürler ve ülkeler
arasında büyük bir değişiklik göstermemektedir.” ve “Yeni yıl kararlarından vazgeçme süresi, genellikle kararların alındığı
ocak ayının ortalarına denk gelmektedir. U.S. News & World Report'a göre,
bu kararların yaklaşık %80'i şubat ayının ortasına kadar terk edilmektedir.”
Tıpkı intihar kararında olduğu gibi yeni yıl kararları da
oldukça kişisel bir olgu gibi görünür. Ancak incelediğimizde yılbaşı gecesine
ne kadar zaman kala bu kararları verdiğimiz hatta ne kararı verdiğimiz bile
hemen hemen tüm insanlık için ortaktır. Bu tıpkı Barış Özcan’ın bir videosunda
da belirttiği “mavi rengi sevme” olgusuna benzetilebilir. Mavi renge hepimiz
güzel ve değişik anlamlar atfetsek de mazimiz ne olursa olsun “belli bir
miktarda insan daima maviyi sever” işte. Günün hangi vaktinde ne yaptığımız, ne
kadar uyuduğumuz, neyi ne kadar sevdiğimiz ya da ne kadar sıkıldığımız…
Kısacası tüm yaşantımız, oralarda bir yerlerde başka birinin de tıpatıp aynı
şekilde verdiği kararlardan oluşur.
Öncelikle bunun çarpıcı bir hakikat olduğunu sindirmeliyiz.
Richards bunu biraz romantikleştirir ve “yalnız hissetmememiz” gerektiğini
söyler. Ona göre bu durum intihar gibi olgularda veya ilişki çatışmalarında
büyük felaketleri önleyebilir. Bu farkındalığın sağlayacakları elbette
yadsınamaz. Ancak biraz dikkatli bakınca bu durumun “bireylerin devlet
tarafından sayısallaştırılmasına” çok benzer. Bizler bir devlet organı için sevdiğimiz dondurma ya da beğendiğimiz şiirden oluşmayız. Daha
çok “iş gücü, ekonomik gelire yarar, belli bir yaş, belli bir uyum,
nüfusa bir sayı ve daha kötüsü sadece bir kimlik numarası” anlamına geliriz.
Sosyolojinin bilgeliği bir açıdan umutsuzlukla bize bunu da hatırlatır. Sunduğu
özgürlük, iki uçlu düşünülebilir: Önemli değilim, tüh. Ve önemli değilim, oley!
Başak Kablan’ın dediği (veya demediyse diyebileceği) gibi: “O kadar da önemli değilsiniz, değiliz, değilim. Ve bu iyi bir şey.”
Tabi bunun biyoloji kısmıyla da ilişkili olduğunu
biliyorsunuz. “Günün hangi vaktinde ne
yaptığımız, ne kadar uyuduğumuz, neyi ne kadar sevdiğimiz ya da ne kadar
sıkıldığımız…” aynı zamanda biyolojik yapımızla da ilgilidir. Ve bu düşünce
biyolojik determinizm olarak adlandırılır. Psikolojide de küçük yaştaki
koşullanmalarımızın tüm yaşamımızı etkilediğinden bahsederiz. Biyoloji ve
psikolojinin bu bulguları üstüne bir de sosyolojinin bulguları eklenince
“genlerimiz, ruhumuz ve toplumumuz” tarafından üç yandan kuşatılan ve
kararlarında hiç de özgür olmayan bireyler ortaya çıkar.
“Özgürlük illüzyondur.” lafını kullanır Richards. Ve bir noktada doğrudur: “Hepimiz normal dağılımda bir yere otururuz. Ne kadar anormal olursak olalım.” Zannediyorum burada işin içine felsefeyi de eklemek insanı nihayet kurtarabilir. Çünkü genlerimizden, ruhumuzdan ve toplumumuzdan, kısaca normal dağılımdan geriye elimizde kalan tek şey, onunla ne yapacağımız kararıdır.
Zaten yaşayan anlar ölü mezardan anlar...
YanıtlaSil