Mektup 105: Sorunların Doğasında Üç Temel Özellik
Mademki içimizde ve dışımızda dostumuz olan hiçbir şey
yoktur, şu halde yaşamın kendisi büyük bir problemler yumağından ibarettir.
Aslında beynin evrimi açısından da bakınca dopamin sistemimiz tam olarak böyle
çalışır. Huzur ve mutluluk beyin kimyası için asla kalıcı şeyler olmaz. En
büyük hazzın sonunda bile beyin yeniden yaşama bağlanmak için bir problem
üretir. En büyük zevkler bile bir zaman sonra can sıkmaya başlar. En ilgi
çekici şeyler bile sonunda rengini kaybeder. Beynin evrim sonunda böyle bir noktaya
ulaşmış olması, onu doğası itibariyle daima gelişmeye zorlar. Çünkü yaşama
devam etmenin tek yolu, anlaşılacağı üzere “problemler bulmak ve onları
çözmekten” ibarettir. Böylece yeni bir hazza, sonunda yeni bir probleme,
sonunda yeni bir çözüme kavuşuruz. Bu döngü sonsuzca tekrar eder.
Tabi dopamin yolaklarını aşırı uyaranlarla beslediğimiz
zaman bu sistem hata vermeye başlar. Yüksek sesli müzikler, hızlandırılmış
videolar, hızlı bilgisayar oyunları, çevrimiçi kumar ve pornografi… Gary Wilson
Pornodaki Beyniniz (Your Brain On Porn) adlı eserinde bu gibi uyaranlara
“hiper-uyaran” ismini verir. Bu uyaran tipi yıllardır beynin içinde evrimleşen
dopamin sistemine aşırı yükleme yapar. Normalde zihnin uzunca incelemesi
gereken uyaranlar, bu sistemde beyin tarafından tam olarak işlenmeden
maksimum-haz nesnelerine dönüşerek üzerlerindeki bilişsel odağı kaybederler.
Böylece yukarıda bahsettiğim sağlıklı şekilde işlenmesi gereken “hazza ulaş,
problem bul ve çöz” döngüsü bozulur. Aşırı uyaranlar yüzünde beyin “hazza ulaş”
evresinde takılıp kalır.
Çünkü aşırı uyaran, doğası itibariyle “problem içermeyen”
uyarandır. Örneğin uzun süreli bir romantik ilişkide eşinizle bir sorun
yaşadığınızda oturup bunu çözüme kavuşturmaya çalışırsınız. Bu problem-çözüm
sırası sonrasında ilişkiniz güçlenmiş olur. Yahut bir derste çok iyi şekilde
devam ederken takıldığınız bir konunun olması, sizi devam etmek için
hırslandırabilir. Bir bilgisayar oyununda geçemediğiniz bölüm, anlamak için
daha fazla çaba sarf etmeniz gerektiğini hissettiren bir müzik parçası ya da
roman, bir türlü tam kıvamını tutturamadığınız yemek tarifi… Yani dışımız
problemlerle kaplıdır ancak “öyle olmalıdırlar” da zaten. Böylece yaşam için
motive oluruz.
Aksini düşünelim. Sürekli dinlediğiniz yüksek sesli müzikte,
izlediğiniz pornoda, problemleri çözmek yerine bir sonrakine atladığınız
flörtlerinizde, ders çalışmamak için oynadığınız bir el Valorant’ta… Hiçbir
“sorun” yoktur. Yahut var olan sorunlar sizin gelişiminizle çözülecek sorunlar
değildir. Oyunda karşılaştığınız kötü bir oyuncu gibi “küfür ederek sinirinizi
üstünüzden atabileceğiniz” sorunlardır.
Yani bundan çıkarmak gerekir ki sağlıklı ve sağlıksız
uyaranı birbirinden ayıran ilk şey benim çözebileceğim düzeyde bir zorluk,
gelişim basamağı, bir problem yaratıp yaratmadığıdır. Bana hiç dert vermeyen
şey, beni geliştiremez de. Ders vermeyen ve öylesine sınavıma 100 giren
öğretmenden ne öğrenebilirim ki?
Böylece birkaç aydır fark ettiğim üzere, karşılaştığımız
sorunların doğalarında üç temel özellik bulunur. Bunların birincisi, sorunların
doğal ve olağan olduğudur. Anladığımız üzere sorunlar kendiliğinden oluşurlar
ve oluşmalıdırlar. Orada bulunmalarının sebebi bizleri geliştirmektir.
İkincisi, sorunlar kendi çözümlerini beraberlerinde getirirler. Bir sorun,
çözümünü muhakkak içinde barındırır ki barındırmazsa bu sorun doğası itibariyle
bir sorun değildir. Tıpkı Valorant örneğinde olduğu gibi… Zor bir oyun bölümü
karşısında beynin kısayolu “şu halde daha iyi öğrenmem gerekir” diyerek doğal
yolu sunar zaten.
Marcus Aurelius “Eylemin önündeki engel eylemi ilerletir.
Yolda duran şey, yol olur.” diyerek zihnimizdeki bu kısayolun doğasını
özetlemiştir. Bu durumu bir psikolog olarak en fazla mental rahatsızlıklarda
gördüğümü belirtmeliyim. Özellikle mental durumlarıyla barışık olan danışanlar,
bunları mizaçlarının bir parçası olarak görerek durumla başa çıkmanın
yöntemlerini keşfederler. Özellikle Obsesif Kompülsif Bozukluk (OKB), Dikkat
Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ve Uyumsuz Gündüzdüşü (Maladaptive
Daydreming) vakalarında sıkça bu durumu gözlemlerim.
Danışan bu gibi durumlarda hayatında başa çıkamadığı
şeylerle bazen karşı karşıya kalır. Uzun bir süre popüler bilimin kendisine
verdiği tavsiyelerle, terapi ve ilaçlarla yoluna devam eder. Bir noktaya kadar
da bu işe yarar, zaten tedavinin aslı da budur. Fakat sonra bir noktada tıkanıp
kalır. Artık terapi, ilaç yahut herhangi bir alternatif tedavi ona yardımcı
olamaz. İşte bu noktada danışan “kendisiyle yalnız başına kalır” ve tıpkı yasın
bir aşaması gibi mental durumuna karşı bir kabullenme içine girer. Artık onu
mizacının bir parçası olarak görmeye başlar, deneyimini tanır. Dediği şudur:
“Yaşadığım işte bu.”
Burada onu kurtaran nokta kendisini tamamen mental
durumundan ibaret olarak değil de stoacılıkta öğretildiği üzere mental durumunu
bir hava durumuna yahut bir uzvuna benzetmektir. Böylece kişi bu uzvunu farklı
yönlerden incelemeye koyulur, uzvunun yararlı noktalarını da görmeye başlar.
Biraz daha ileride Aurelius’un müjdelediği kapı açılır: Mental durumunun yararlı
bir yönünü, bir zararını telafi etmekte kullanır. “Yolda duran şey yol olur”
böylece.
Takıntıları olan biri gününü daha mükemmel hale getirmek
için takıntılarını fırsata dönüştürür. Tıpkı benim geçmiş bir yazımda
“Hakikatin olmaması beni korkutmuyor çünkü bir hakikat yoksa hakikatin olmaması
da bir hakikattir.” minvalinde bir cümle kurmam gibi bu kişi de “Madem
takıntılarım var, baskın gelen takıntılarım sayesinde diğer takıntılarımı
bertaraf edebilirim.” der. Tam olarak olan budur: Mükemmeliyetçi kişi hiç
dinlenmeden çalışıyorsa “dinlenmenin mükemmelini” de bulmayı hedefleyerek bunu
kolayca çözebilir. Her şeyi bitirme ve tamamlama takıntısı olan kişi,
bağımlılıklarından belki bu yolla kurtulur. Depresif bir danışan, yaşamın
anlamsızlığını kabullenerek belki de bu yolla yaşamına anlam verme
zorunluluğundan kurtulabilir.
Bir psikolog olarak söylediklerimin dile getirildiği kadar
basit şeyler olmadığının bilincindeyim. Özellikle mental rahatsızlıklar söz
konusu olduğunda işin içinde çok daha karmaşık mekanizmalar girmektedir. Burada
aktarmaya çalıştığım, yaşadığımız sorunlara çözüm bulurken sorunun kendisini
araç olarak kullanabilme fikridir. Klinik psikoloji çatısı altında düşünüldüğünde,
bu durum danışanın kendi durumunu kabullenmesiyle başlayan ve ona özel çözüm
önerileriyle ilerleyen psikoterapi yöntemlerinin geliştirilmesi gerekliliğini
vurgulayan bir tavsiye olarak değerlendirilebilir.
Üç temel özellik demiştik. İşte üçüncüsü de şudur ki: Bir
sorun, varlığı kabul edildiği anda yok olur. Burada kabullenmeden ziyade
politikadaki “tanıma” kelimesi de kullanılabilir. Politik anlamda “tanıma”; bir
ülkenin, grubun veya oluşumun varlığını kabul etmek anlamına gelir. Bir
oluşumun diğer oluşumu tanıması ise onun varlığını daima göz önünde
bulundurarak ve onun dinamiklerini de işin içine dahlederek hareket etmeyi
gerektirir. Örneğin ülkesindeki azınlık bir grubun artık çoğunluk kadar
kalabalık olduğunu kabul eden bir yönetim, artık ülkesindeki organizasyonlarda
bu grubu da düşünerek hareket eder. Şu noktada mükemmeliyetçi, hiperaktif ya da
takıntılı birinin de bu özelliklerini kabul etmesi onları da göz önünde
bulundurarak hareket etmesini sağlar. Böylece ikinci aşamada anlatmaya
çalıştığımız şey kendiliğinden oluverir zaten. Çünkü sorun artık sorun olarak
telakki edilmez ve kişi için diğer sorunlara ışık tutan bir araca dönüşür.
Bu tıpkı, gözünüze tuttuğunuz fenerle odayı aydınlatabileceğinizi
fark etmenize benzer. Böylece en büyük karanlıklar aydınlanıverir.
Yorumlar
Yorum Gönder