Mektup 106: Zerdüştlerin Doğası Üzerine
Neden bazı şeyler için kıçımı yırtıyorum zannediyorsun? (Bahadır’a)
Gerçekten bu kadar entelektüel bir yaşam için çabalamaya
değer mi? Pek çok kez önceki yazılarda kendime sormuştum. Neden diğerleri gibi
bir hayat yaşamıyorum? Sonuçta çok farklı şeyler yapıyor değiliz: Uyuyoruz,
uyanıyoruz, işe gidiyoruz, dostlarımızla sohbet ediyor, aşklarımızla
sevişiyoruz. Hepimiz, sosyolojinin bilgeliği sağ olsun, bildiğimiz üzere aynı
kalabalığın parçasıyız.
Şu halde niçin daha yüce bir yaşam uğruna şimdinin refahına
sırtımı dönüyorum? Benim de diğer herkes gibi ahlak üzerine çokça düşünmeden
bir yaşam sürmem mümkündü. Yaptıklarımı tüm gece gözden geçirmez, daha iyinin
mümkün olduğu paralel evrenler arasında boğulmazdım. Yüceliğe giden çetin yolun
o çetin seyahatine çıkmazdım. Biraz yer, biraz içer, biraz uyur, insanca ve
hayvanca şeyler yapardım: Üst-insanlığın yüzüne bakmazdım.
Bu sorunun en temel hatası, yanlış bir pencereden soruluyor
olmasından kaynaklanır. “Neden refaha sırtımı dönüyorum?” diye kendime
sorduğumda dünya büsbütün iki parçaya bölünür: Ben ve onlar, iyiler ve kötüler,
savaş ve barış. Ve bu zıtlıklar sıkça birbirlerinin içine geçerler. Ben kendimi
her ne kadar iyiler safında algılasam da yaptığım şeyin “dünyanın barışına
aykırı” olduğuna dair bir algı edinirim. Halbuki iyilik adına bunu yaptığım
takdirde niçin barışın bu olmadığını anlayamam. İyi şeyler yapmak için
iyilikten uzak kalmanın, bir gereklilik olup olmadığını daha önce de
sorgulamıştım. Ve sonuç olarak cahiller gibi eğlenerek ve mutlu olarak da
üst-insan olunabileceğini keşfetmiştim.
İşte buradaki en büyük hata, eğlenme ve mutlu olma eylemlerini
cahillere yüklemektir. Psikoloji ve retorikte buna atıf hatası ya da yanlış
gruplama hatası denir. Mutluluk halinin kişinin cehaletinden kaynaklandığını,
böylece yalnızca cahillerin mutlu olduğu sonucuna varırız. Bunun karşısında da
akıllı ve bilge kimseler mutsuzdur, yaşamları keder ve düşünmelerle geçer.
Antik öykülerde sıkça karşımıza çıkan bu motif nadiren Uzak Doğu gibi
coğrafyalarda tersine dönse de doğunun temel konsensüsü ve aksiyomu olan “Acı
iyidir, acı sahibi olmak da…” düşüncesi bu motifi daima besler ve destekler.
Anadolu’da da bu acı kültürünün yoğun etkileri görülür.
Örneğin eşi ölmüş bir kadının göğsüne vurarak ağıt yakması, cenazesi olanın
çokça ağlaması beklenir ve istenilir. Genç erkekler zor şartlar altında çalışırlar ve
bu durumla övünmek bir gelenek haline gelmiştir. Zorlu askerlik anıları, Türk
erkekleri için birer kahramanlık öyküsü olarak sonsuza dek çocuklara anlatılır.
Halkımızın ne kadar acı çektiği destanlarımıza kadar her yerde yazar. Dünyanın
bize düşman olduğuna dair bir inancımız vardır. Popüler kültürde ise başlı
başına acıdan kaynağını alan kocaman bir arabesk kültürü vardır. Bunun gibi
örnekler sonsuza dek sıralanabilir ancak amaçları boş eleştiri yapmak değildir.
Burada daha önemli bir şey fark ederiz: “Acı çeken ve halen hayatta olan
güçlüdür.” Böylece acı kültürü, erki elinde tutmanın bir gerekliliğine dönüşür.
Acı çekmek ve yükün altında ezilmeden kalmak, aslında güçlü ve yok edilemez
olduğumuza dair bir algı yaratır.
“Refaha sırtımı dönüyorum.” demek işte bundan farksızdır.
Üst-insanlık insanlık içinden çıkacaktır ve bu çıkış insanın hayvandan ayrılması
gibi biyolojik evrimden olmayacaktır. Aksine bu çıkış aklın ve bilincin, daha
doğrusu farkındalığın evrimidir. Şu halde “refaha sırtını döndüğünü” iddia eden
bir canlı, insanlığına yenik düşmüş ve güç erkini ispatlama yarışına girmiştir.
Çünkü üst-insanlık çabası, çeşitli emareleriyle bir bebeğin içinde doğar.
Hayır, onlar üst-insan değildir. Aramızda da zaten üst-insanlar yoktur. Onlar
daha çok, üst-insanlığa bir hazırlık olarak içlerinde bazı özellikler taşırlar:
Liderlik, merak, yaratıcılık, eleştiri gücü, doyumsuzluk, kabullenemezlik, bu
dünyanın çarkına tükürme isteği, anarşi ve başıbozukluk, ahlaki sorgulama,
üstün bir adalet duygusu, rahatsızlık, takıntı, öfke, aşk, estetik…
Bir üst-insan adayının içinde bu duygular varken şimdi gelip
de “Refaha sırtımı dönüyorum.” diyebilir mi? Hangi refaha, hiçbir zaman
karşılaşmadığı refaha mı? O, refah durumu ile doğmamıştır ve dolayısıyla onu
sonradan da terk etmemiştir. Onun varsayılan durumu zaten apaçık bir
rahatsızlıktır. İşte tam olarak bu sebeple kıçını yırtmak, bu dünyanın çarkına
tükürmek ve takıntılı olmak üst-insanın günlük bir rutinidir. O, öfkenin gücünü
kullanır. Sosyal yaşamda fark edilmemek için gizlenen bir psikopat gibi kendi
adalet duygusunu içinde saklar ve ahlaki sorgulamalarını dünyaya haykırmamak
için ıkınır. Çünkü doğduğu günden beri bildiği tek şey budur. Bu sebeple insan
bazlı zihinler ona yabancı görünürler. Refahla doğan bu zihinlerin sevgileri,
zevkleri, hazları ve bağımlılıkları onlara anlamsız görünür. İlişkileri sekteye
uğrar, aşkları onları terk eder. Sosyal yaşamda daima doğal bir izolasyon
halinde bulunurlar. İnsanlar tek başlarına merak ettikleri dünyaları hasebiyle
birer melektir ancak kalabalıklar onlar için şeytandır.
Şu sebeple bir üst-insan, hayır efendim, herhangi bir şey
için kıçını yırtmaz. Onlar yalnızca dünyada bir hata görürler ve onu doğru pozisyona
çekmek için uğraşırlar. Bu uğraşı, onların yaşamlarının kendisidir. Nefes
alırlar, nefes verirler; yerler, içerler, uyurlar ve dünyayı değiştirirler.
Yorumlar
Yorum Gönder