Mektup 109: Üretmenin Anatomisi
![]() |
-işi düşünmek değil, düşünmek üzerine düşünmek olan vasat bir akıl- |
Bugün tek arzum, üretkenliğin yordayıcılarını incelemek.
1. Bilişsel Yük
Bir zamanlar bu kadar çok yazmış olmamın açık bir sebebi var. Bunu birkaç yıl önce, bir fuarda lisanstan bir arkadaşla tartışırken fark etmiştik. Hani hep en meşgul anlarımızda fikirler aklımıza akın eder ya... Misal sınav haftasında üretkenliğiniz tavan yapar ya da en ağır projelerinizde olduğunuz dönemlerde içinizden bir şey, sizi sürekli yazmak ve üretmek için dürter. Ruhunuz vize haftası final haftası tanımaz, vücudunuz bir şeyler yapmak için vakit dinlemez. Sanki üretmek, zamansız çıkan bir ihtiyaç gibi olur.
Bunu ben bilişsel yükün hazırlayıcı etkisine (bknz. Yerkes-Dodson Yasası) bağlıyorum. Sınavın yaklaşmasıyla kısalan süreler (bknz. Zeigarnik Etkisi), artan stres ve erteleme güdüsünün yaratıcılığı arttırdığıyla ilgili çalışmalar halihazırda literatürde mevcuttur. Ben bunlara bir de bilişsel yükü ekleyeceğim. Bilişsel yük, basitçe beynin anlık olarak işlediği bilgidir. Kısacası bir an için beyninizin ne kadar meşgul olduğudur.
Tıpkı Aristo'nun "boş kafanın şeytanın çalışma odası olduğunu" söylemesi gibi bir durum bence bu. Bilişsel yükün hiç olmaması, istemediğimiz bir şeydir. Bilişsel yükünüzün çok düşük olması gündelik hayatta sizi geliştirecek ya da zorlayacak yeni hiçbir şey yapmadığınız ve öğrenmediğiniz gibi anlamlara gelebilir. Sıkılmaya, uyaran eksikliğine, yaşamda anlam eksikliğine veya algıda zorlanmaya, yani zihinsel tembelliğe işaret eder. Aşırı bilişsel yük ise aksine kronik strese ve uyku problemlerine neden olur, öğrenmeyi zorlaştırır ve ilerleyen süreçte Alzheimer gibi nörodejeneratif vakaların seyrini hızlandırabilir.
Tıpkı bir kası çalıştırır gibi, sıkmak ve serbest bırakmak, zihnin de en iyi egzersizidir. Sürekli boştaki bir kas nasıl tembellik edip yıkılırsa zihin de boş kaldı mı yıkılır. Aynı şekilde nasıl ki bir kas sürekli kasılı durur da kramp girerse zihin de sürekli çalışmakla heba olur. Yapılması gerekenin düzenli çalışma ve dinlenme olduğu açıktır. Peki sınav dönemlerinde ne olur da yaratıcılığımız durup dururken artar?
Sınav ve proje gibi zorlayıcı ödevlerimiz olduğu zaman, bilişsel yükümüz artar. Ortada kararlar almamızı ve problemler çözmemizi gerektiren bir görevler silsilesi oluşur. Bu görevler zihin yükümüzü arttırır ve beyin bölgelerinin aktif ortak çalışmasıyla sonuçlanır. Herhangi bir zamanda olağan sakinliğinde duran nöral ağımız, bu zamanlarda dinlenme modundan çıkar ve savaşa giden bir ordu gibi hazırlanır. "Bu ödevden nasıl kurtulurum?" sorusundan tutun da "Neydi bu aradığım?" sorusuna kadar envai çeşit bilişsel beceriyi kullanabileceği sorular sorar. Beyin bölgelerinin her biri tam teşekküllü bir motor misali ısınır. Bu ısınma, soğuk kış günlerinde arabanın motorunu ısıtmamıza da benzer.
Isınan motor nasıl ki arabayı güçlendirir, bilişsel yükü birikmiş beyin de artık çalışmak için hazırdır. Ne var ki beyin tam anlamıyla bizim kontrolümüzde olan bir şey değildir. Evet dostlarım, kafatasımızın içindeki o birkaç gramlık vıcık vıcık şey yapar seçimlerimizi.
Hatırlasanıza, tarih dersiniz vardır ama beyniniz geçen hafta duyduğunuz reklam müziğini fısıldar. Matematik sorusunun ortasında, dört yıl önce sizi terk eden sevgiliniz aklınıza düşüverir. Proje maketinizi planlarken aniden siyaseti düşünüp memleketi kurtarırken kendinizi bulursunuz. Bunlar pek sık karşılaştığımız tablolardır.
Çünkü güzelim beynimiz için tarih ile şarkılar arasında, matematik ile sevgilimiz arasında ya da projemizle siyaset arasında bir fark yoktur. Evet, zihin hepsinizi yalnızca "meseleler" olarak görür; önüne en kolay ne geliyorsa onu düşünür. Bu yüzden bu vakitler yaklaşırken zihni gereksiz şeylerle doldurmamak, hatta gerekirse bu gereksiz şeyleri hatırlatacak ipuçlarını gözümüzün önünden kaldırmak, yok etmek çok işe yarayacaktır.
Unutma, beynin daima kaçmak ister. Onun tek işi budur.
2. Sosyalleşme
Peki yalnızca zihinsel yük değil, duygusal yükler de üretkenliği etkiler mi? Bu sorunun cevabını, yalnızlıkla ve paylaşma ihtiyacıyla ilişkime baktığımda daha iyi anlıyorum.
Şu zamanlar bu kadar az yazıyor olmamın açık bir sebebi var. Yazmak bir sosyalleşme ve boşaltım biçimidir. Şiir ve kurgu metinlerde sıkça yazma eylemi için "kusmak" ibaresini kullandığımı görmüşsünüzdür. Hoşuma da gider. Çünkü bir nevi gizli saklının ortaya dökülmesidir, ayıbın ilanıdır, sevimsiz bir şeyin katlanılır hale çevrilmesidir. Şu postmodern sahne sanatlarında kusarak tablo yapan bir hanımefendi vardı. Yazmak buna ne kadar çok benzer! Farkı şudur ki okuyucu kusmuk tadını almaz, ortaya çıkan tabloyu hoş görüp geçer.
Özellikle de benim gibi kendi çalıp kendi söyleyen yazar bozuntularında yazmanın bir sosyalleşme biçimi olarak görülmesi daha yaygındır. Bir ototerapi, kendi kendine konuşmadır. Yıllar önce yazdığım yazılara döner "Aa burada bunu demek istemişim." derim. Hiçbir yazı tam anlamıyla tamamlanmış değildir. Kendimle konuşmam bazen yıllarca devam eder. Sonsuz diyalog, bitmez münakaşa. Kimisi iyi huyludur, kimisi kötü huylu. Ve en iyi yanı da özgürlüktür! Kendimden başka kimse cevap veremez bana ve kimse yargılayamaz beni. Olsa olsa bir yorum atabilirler, o da kolayca silinip gider. İyi olmuş, kötü olmuş kimin umrunda! Acı tadını bilseydin, sen de ağlardın okurken en komik satırlarımı...
Fakat işte ne zaman sosyalleşsem tuhaf bir şey fark ederim. Aniden ilham yok olur. Sadece burası bile değil. Bir defter bile açmak istemem, kalemden tiksinirim. Yazmak anlamsızlaşır. Seni gerçekten dinleyen birinin var olduğuna ikna olunca blog, günlük, ajanda... Hepsi lüzumsuz görünmeye başlar.
Daima şunu düşünmüşümdür. Instagram, Facebook gibi sosyal medya platformlarında niçin insanlar sürekli bir şeylere yorum yazma ihtiyacı duyuyorlar? Yani, zorları ne? Düşüncelerini neden bu kadar paylaşmaya değer buluyorlar? Hangi mantıkla kendileri ve görüşleri hakkında bunca bilgiyi etrafa saçıyorlar? Hangi zekayla insanların onların düşüncelerini önemseyip gerçekten etkileneceklerini zannediyorlar?
Bu durum bana hep komik gelmiştir. Gerçek değerlerini bilselerdi, dil belası başlarına üşüşürdü. Sonsuza dek susarlardı belki de. Fakat hep şu cevabı bilirim: Bir dosta ihtiyaçları var. Çünkü eminim ki bunca insan, onları anlayan bir yakınları olsaydı, gerek duymazdı bunca rezilliğe. Aynı yorumları gider dostlarına anlatır, beraber konuşup tüm ihtiyaçlarını giderirlerdi. Ne sosyal medyaya ihtiyaç kalırdı ne de akıllı telefonlara...
Buradan Türk insanının anlaşılma ihtiyacının ne kadar büyük olduğu sonucuna da elbette varılabilir. Fakat konumuza dönecek olursak, sonuç şudur ki: Ruhumu duyan biri olunca bağırmama gerek kalmaz. Bu yüzden bir aynada kendimi gördüm mü, bırakırım kalemimi ve sessizce aynayı izlemeye koyulurum. Bilirim ki bana, kendimden daha çok şey söyler.
Hayırlıysa ne âlâ.
Yorumlar
Yorum Gönder