Mektup 110: Yapmam Gereken

-On The Nature Of Daylight (Max Richter)-

Hissettiklerimi paylaşmadan önce son durumum hakkında bilgi vermek gerekir. İki gündür evde yalnızım ve ev işleriyle ilgileniyorum. Şu sıralar sosyal açıdan aktifim, romantik ilişkim nazar değmesin iyi ilerliyor, rutinlerim oturmuş durumda, donma tepkilerim azaldı, uykularım güzel ve sıhhatim de yerinde. Bilek ağrılarım sebebiyle spor yapmıyorum ve bir de şu sıralar kötülük problemi üzerine düşünmekteyim.

Normalde böyle bir yazı yazmak gerekmezdi ancak durum beklenilenden farklı olunca yazmak şart oldu. Normal bir senaryoda yukarıda yazdığım bazı durumlar raydan çıkardı. Kötülük problemi üzerine tefekkür etmeden önce, bir kere sosyal açıdan aktif değildim ve ilişkim sabitti. Özellikle evde yalnız kaldığım için rutinlerim bozulmuş olurdu ve bolca donma tepkisi verirdim. Herhalde uykum ve sağlığım da kötüye giderdi. Ve şimdi bunların hiçbiri yok ki tekrar diyorum nazar değmesin.

Sadece o da değil, iki parçadan sonra müziğe de ihtiyaç kalmıyor. Yahut bir elden sonra oyuna veya kısa bir hülyadan sonra gündüz düşlerine de…  Ve tekrar diyorum normalde böyle olmazdı. Hepsi, kötülük problemini düşünmemle başladı. Büyük bir parçamın cinayetini işledim.

Kahraman olmayı arzuluyordum, dünyanın değişmesi ve kurtarılması gerekilen bir şey olduğunu düşünüyordum. Aniden beynimde bir şimşek çaktı. “Dünyada bozgunculuk çıkaracak bir insan mı yaratacaksın?” diyerek Allah’ın işine karışan melekler aklıma geldi. Allah yalnız şöyle cevapladı: “Siz bilmezsiniz, ben bilirim.”

Berat’ın soruları, tüm yaşadıklarım, tüm şükürsüz cümlelerim gözümün önünden geçti. Gündüz düşlerimde kafeste tuzağa düşmüş kapkara bir yaratık gördüm. Ne şizofreni ne anksiyete, ne otomatik düşünceler ne de dikkat dağınıklığı… Safi şeytanın, iblisin kendisi. Belki benim hüddam’ım ya da Aristo’nun dediği gibi daemon’um. Alter Ego diyordum ona ve yıllar yılı dostluğumuz vardı. İşte şimdi devasa bir kafeste hırlayarak bekliyordu.

Ve ben kötülük problemi üzerine düşündükçe hırçınlaştı, çırpınarak kafesten çıkmaya çabaladı. Bana saldırmak, beni parçalamak istedi. Bir şey, çok güçlü bir şey onu mahvediyordu. Etinden et ayırıyor, kemiklerini çiziyordu. Gözümün önünde o, acı çekiyordu.

“Kahraman olmak zorunda değilim.”

Bu cümle canımı yaktı. Kalbimde eskileri ağırlık hissederdim ama şimdi hafifleyiverdi. Gülebilmeyi, dokunabilmeyi, konuşabilmeyi, hepsinden ziyade kendim olabilmeyi fark ettim. Yanlış yaptığım çok temel bir şeyi gördüm. Hatam karşısında kanım dondu, ağzım açık kaldı.

Önceleri dünyanın değiştirilmesi gerekilen bir yer olduğu sanırdım. Hepimiz buraya bir amaç için fırlatıldık. Fakat şimdi bu yok oldu, “dünya ancak değer verilecek bir yer olabilir.” Bunu kabullenmek halen zor geliyor. Migren atakları, baş dönmeleri, göz kararmaları… Fakat alışacağım.

Şeytan ellerimden tutmak istiyor. Yeniden rahatsız hissetmek, yeniden kaosta boğulmak, dünyaya lanet okuyup bir şeyler yapıyormuş gibi davranmak istiyorum. Çünkü ancak lanet okursam katkım var gibi hissedebilirim. Hâlbuki bir şeyleri arzulamak ve savunmak, diğer şeylerle kavga etmekten iyidir.

Kavga ettiğim düşmanın bir yanılsama olduğuna ikna oldum fakat ben bu illüzyonla büyüdüm. Şimdi giz perdesini kaldırdığımda altından çıkmayan bir hakikatle baş başayım. Düşmanım işte gitti, peki dostum nerede? Yapmamam gerekeni biliyorum ama şimdi ne yapacağım?

Yorumlar

Popüler Yayınlar