Mektup 112: Var Olmanın Dayanılmaz Ağırlığı
İnsanların bana koşullar sunmasından nefret ediyorum. Bir eylemin öncesinde ya da sonrasında fark etmez, muhakkak bir bedel ödenmesi gerektiğini söylüyorlar. Yeteri kadar bedel ödemiyor muyum? Sadece kendim olarak, var olarak, var kalarak yeteri kadar bedel ödemiyor muyum? Varoluşun tüm yükünü omuzlarımıza almışken, yeteri kadar acı çekmiyor muyuz?
Hayat, çoğu zaman bir ticaret ilişkisi gibi sunulur. İyi bir not almak istiyorsan çok çalış, sevgiyi hak etmek istiyorsan önce sev, insanlar seni sevsin istiyorsan nazik ol, güçlü ol, sakin ol... Sürekli bir şart, bir karşılık, bir denklik beklentisi. Oysa bazen sadece “olmak” bile başlı başına bir direniş, bir mücadele, bir bedeldir. Bedenin yorgun, ruhun derbeder... Fakat yine de hayattasın işte! Daha başka neyi kanıtlaman gerekir?
Bir adam düşün. Gözleri kan çanağına dönmüş, dizleri titriyor. Ama hala ayakta. Yanından geçenler “Daha ne yaptın ki?” diyor. Halbuki o, düşmemek için zaten içsel bir savaş veriyor. Savaş meydanında yara almış ama hâlâ kalkanını tutmaya çalışan bir asker gibi. Sürekli yeni cepheler açılıyor: "Kendini geliştir, üretken ol, ilişki kur, zayıf olma, ağlama, geçmişini aş, daha iyi bir versiyonuna ulaş!"
Bir keresinde sesi tamamen izole eden bir kulaklık takmıştım. Ne büyük huzurdu! Gözlerimi kapattım, karanlık bir çadırdaydım. Işık ve sesin yok oluşuna tanık oldum. İçeriden hafif hafif kalp atışlarım duyuluyordu. Kafamdaki tüm düşünceler silikleşmeye, buharlaşmaya başladı. Önce sorun olarak gördüğüm şeyler gitti, sonra ise tüm insanlık. Bütün bir varoluş silindi aklımdan. Ne büyük huzurdu!
Sanırım buna duyusal yokluk deniyor psikolojide. Tüm uyaranlar çekildiğinde, insan kendi iç mekânına giriyor. Orası bir mağara gibi. Mağarada önce kendi yankını duyarsın. Sonra yankı da yok olur. En sonunda sadece sen kalırsın. Daha doğrusu, sadece bir “hiç” kalır. Bana lütuf olan bu deneyim kimileri için korkutucudur. Çünkü dış dünya ne kadar anlam yüklüyse bir o kadar da ağırdır. Anlam çoğu zaman yükle beraber gelir. Görevlerle, ilişkilerle, beklentilerle...
Gerçekten Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onu taşımaktan çekindiler ve ondan şiddetle korktular. Fakat insan, o emaneti yüklendi. Şüphesiz insan, çok zalim ve çok cahildir.
Varoluş bir yüktür, acı bir yük. İrademiz dışında bize yüklenmiştir. Kur'an der ki: "Gerçekten Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Onu taşımaktan çekindiler ve ondan şiddetle korktular. Fakat insan, o emaneti yüklendi." Bahsedilen emanet, aklı yetmeyene acı bir yüktür zira şöyle devam eder: "Şüphesiz insan, çok zalim ve çok cahildir."1
Bu ayet bana hep şunu düşündürmüştür: Varlık, bilinç ve irade aslında bir cezadır. Daha doğrusu, ceza değilse bile, büyük bir risktir. Hiç kimse bu yükü taşımak istemedi. Ta ki biz gelene kadar...
Dağlar bile korkarken, biz kabul ettik. Ya da kabul ettirildik. Kim bilir? Yani o kadar da gurur duyulacak bir şey değil belki bu zira biz o emaneti sadece almakla kalmadık; aynı zamanda hoyratça savurduk," zalim ve cahil" olduk. Zulmü kendimize yaptık önce. Kendi ruhumuzu kırarak, bedenimizi ihmal ederek, sevilmeyi sadece başardığımızda hak ettiğimize inanarak...
Sosyoloji bize şunu anlatır: Modern toplum, insanı bir üretim makinesi olarak görmeye meyillidir. Bir insanın değeri, ne kadar para kazandığı, ne kadar içerik ürettiği, ne kadar “verimli” olduğu ile ölçülür ama varoluş bir üretim değildir. Bu hatalı varoluş tanımı bize kim tarafından ezberletildi? Çalışmak elbette hayırlıdır ancak çalışmayı kim böyle şeytanlaştırdı?
Peki çözüm ne? Hiçbir şey yapmadan karanlık çadırlarda kalmak mı? Şunu unutmamak gerek: Karanlık çadırdan çıkmadan, dış dünyanın sesleri anlamsız gelir. Önce o içsel sessizliğe temas etmek gerek. Orada ağlayabiliriz. Orada kızabiliriz. Orada isyan edebiliriz. Ama en sonunda orada şunu fark ederiz: Biz varız, gerçeğiz, buradayız.
Belki bu yüzden “zalim” ve “cahil” olan insana, yine Kur’an başka bir sıfat daha verir: "Biz insanı en güzel kıvamda yarattık.”2 İnsanevladında hem düşüşün hem yükselişin potansiyeli vardır. Evet zalimiz ama bir o kadar da merhametliyiz. Evet cahiliz ama öğrenmeye de bir o kadar açız. İşte bu ikilikler içinde gidip geliyoruz. Bu medcezir yaşam dediğimiz şeyin ta kendisidir.
Belki de emaneti taşımanın anlamı budur: Bütün bu acıya, cehalete, zalimliğe rağmen yine de iyiliği seçmek. Zulme meyilli bir doğaya rağmen yine de adaleti arzulamak. Cehalete açık ve konforu dileyen bir bilinçle yine de anlamı aramak.
Belki yükümüz hiç hafiflemeyecek, belki de tüm bu amaçlar boşuna. Tüm bu bilim, tüm bu sanat, tüm bu sistemler boşuna! Ama bir gerçek var ki artık bu yükü tek başımıza taşımak zorunda değiliz. Çünkü bu satırları okuyan birileri oldukça, bizim gibiler birbirlerini buldukça varoluş yükünü beraber omuzlanacağız. Yük, paylaştıkça azalacak.
2. Tîn (95/4), a.g.e.
Yorumlar
Yorum Gönder