Mektup 119: Talih(!) Üzerine
Şanslı bir çocuktum. Bunu artık inkar edemem.
Ne bir kırık kemiğim oldu ne bir fiske dayağım, ne bir yersiz travmam ne de hayatımı altüst edecek bir kriz. Ailemin ekonomik durumu harika olmasa da hi yoklukla mücadele etmedim. Ne bir ayakkabıyı üç yıl giymek zorunda kaldım ne de boş bir buzdolabına bakmakla büyüdüm. Aile apartmanında geçen rahat ve güvenli bir çocukluk... Sıcacık, tanıdık, anlaşılır ve bir bakıma... donuk. Güvenliydi ancak belki de fazlasıyla güvenliydi.
Eğitim hayatımda da hiç zorlanmadım. Okula gitmeden harfleri okumaya, sorgulamaya başladım. Sınıfın hep parmakla gösterilen o çocuğu bendim, annenizin ayıla bayıla anlattığı o “komşunun oğlu” da bendim, evet. Ne liseye ne üniversiteye geçerken heyecanlanmadım, zorlanmadım. Bir gram bile fazla çalışmadan seviyemin katbekat altında ama yine de iyi okullara girdim. Sosyal ilişkilerimde de durum aynıydı. Ne aşklarım ne dostluklarım için zerre çabalamadım, daima en iyi insanlar gelip beni buldular. Başıma, bir talih kuşu konmuş gibiydi daima. Sanki şişman mı şişman, oturdu mu kalkmayan, semizlenmeyi seven bir talih kuşuydu bu.
Bugün 25 yaşımda bir adam olarak geriye baktığımda, bu güvenliğin ardında bir çeşit boşluk taşıdığımı fark ediyorum. Büyük, siyah, derin bir boşluk, sanki bir çeşit anlamın eksikliği... Sanki hayat bana hiçbir zaman "Buna rağmen ayakta kaldım." deme şansı vermedi. Arkadaşlarımın yaşadığı ekonomik, sosyal, ilişkisel çalkantıların hiçbirini yaşamadım. Bu, dışarıdan bakıldığında bir lütuf gibi görünse de yıllar geçtikçe bir lanet gibi hissettirdi. Bana sunulan bu rahatlık, bir süre sonra varoluşsal bir tehdide dönüştü.
Bu sanki Maslow'un şu ihtiyaçlar hiyerarşisinde piramidin en alt (fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik vs.) basamaklarını hiç zorlanmadan arşınlamaya ve hızlıca en tepeye (kendini gerçekleştirmeye) sıçramaya benziyor. Bu ihtiyaçların her zaman mücadele gerektirmediğini biliyorum ancak bir görev gerçekten çok kolaysa bu durumun akış hissini bozduğunu da biliyorum. Bu sıçrayış sanki... baş dönmesine benziyor.
Kolaylıklar içinde büyümek, bazı yönlerden sağlıklıdır elbette; çocukluk travmaları olmayan bir birey olmak kesinlikle bir avantajdır. Ancak travmasızlık, ruhun çelikleşmesini de engeller. David Goggins’in dediği gibi zihnin biraz “nasırlı” olmasından zarar gelmez. Biraz aşınmalı ve güçlenmelidir. Aksi halde hiç yumruk yememiş bir boksör nasıl dövüşmeyi öğrenebilir ki?
Benim gölgem hiç zorlanmamış olmak olabilir. Yaşamadığım bu dertleri yaşayan insanları daima küçümseyen bir yanım vardır. Dünyevi sorunlar bana pek sorun gibi gelmez. Fakirlikten, ilişki problemlerinden ya da iş sıkıntılarındna bahseden insanlara bazen terbiyesizce kötü hisler beslerim. Fakat belli ki bu gölge yan, bu zorlanmamışlık beni içten içe suçlu hissettirir. Çünkü o dertleri aşağılıyor olmama rağmen ben de kendi “talihimi” bastırır, onun getirdiği suçlulukla kendi içimi eşeler ve sorunlar yaratırım. Ruhumu didiklemek en büyük uğraşımdır. Çünkü rahatlık bana batar.
Sosyolojik olarak da bir gerçeklik var burada. Türkiye gibi mücadele kültürüyle şekillenmiş bir toplumda, çilesiz büyümek bir tür "aykırılık"tır. Dayak yememiş bir çocuk, sokakta top oynamamış bir genç, ekonomik kriz yaşamamış bir öğrenci olarak çevremdeki herkesle aramda görünmez bir mesafe olduğunu hissederim. Bu mesafe beraberinde yalnızlık getirir, yalnızlıksa yabancılaşmayı doğurur. Kendi sınıfımdan, kendi kuşağımdan uzak hissederim. Dostlarım arasında lakabım “yaşlı” adamdır.
Habitus’umun merkezinde, istikrarlı bir orta sınıf yaşamı vardı. Sözde Müslüman, muhafazakar ancak apolitik, suya sabuna dokunmayan, devlet başa kuzgun leşe diyen ancak sessizce küfürler eden... hani şu yalnız Cuma’yı kılan... Olası krizlere karşı tamponlanmış, büyük iniş çıkışlar yaşamamış bir dünyada büyüdüm. Bu durum, beni pek çok yaşıtımın yaşadığı mücadelelerden muaf kıldı. Üniversite, iş bulma, evlenme, çocuk sahibi olma gibi eşiklerin hiçbirini “ganimet” olarak nitelendiremedim. Bu kolaylık, beraberinde bir sıkışmışlık duygusu getiriyordu. Çünkü habitus’un bana sunduğu yollar netti ancak oldukça sınırlıydı: Ne büyük hayaller kurmama izin verildi ne de büyük korkularla yüzleşmeme.
Bu yüzden bir yerden sonra kendi içime döndüm. Kendi içimde çatışmalar üretmeye başladım. Kendimle tartıştım, kendimi kurcaladım. Jung’un "gölge" arketipinde tarif ettiği gibi, kendi karanlık yönlerimi yapay yollarla kazmaya çalıştım. Çünkü dışarıda karanlık yoktu. İçsel krizlerim, dışsal krizlerin yokluğunda doğdu. Belki de fazla talihli oluşum, beni kendi karanlığımı icat etmeye zorladı.
Ya kahramanın büyük dönüşümü? Küçük Bruce’un ebeveynleri o tiyatro çıkışında ölmüştü, İskender’in halefi Ozymandias biricik aşkını gömmüştü. Peygamberin yahut Atatürk gibi figürlerin karşılaştığı zorluklar... Sevdiklerimizin, hatta bizzat kendi halkımızın bizlere sırt çevirdiği o yüce anlatılar... Peki ya hepsinin ortasındaki ben? Hiçbir şeyini kaybetmemiş, kimsesini toprağa gömmemiş ben... Dünyayı değiştirmek için hiçbir elinde mantıklı tek bir sebebi bile olmayan, yalnız rahat batan ben...
Sisfos kayayı boşuna mı itiyordu?
Talihin bu sessiz biçimi –krizsiz bir hayatın sessizliği– beni hem şükre hem isyana yaklaştırdı. Şükrettim çünkü kıyaslandığında elimdeki pek çok insanın hayal bile edemeyeceği kadar sağlamdı. Ama isyan ettim çünkü bu sağlamlık beni kendi derinliklerimi kazmaya mecbur bıraktı. Ve o kazma çabası, bazen kendime zarar vermeme bile neden oldu. Kimi zaman deliliğin sınırlarında gezindiğimi hissettim. Kendime mi zulmettim? Sisifos kayayı boşuna mı itiyordu?
Bugün dönüp baktığımda, talihimin bana verdiği her şeyi sevinçle anıyorum ama onun bendeki gölgesini de görmekten kaçınmıyorum. Her şey yolundayken bile neden huzursuz olduğumu anlamaya çalıştım ve gördüm ki bazen talih, bir lanet gibi çalışabilir. Zorluk eksikliği, gelişim için gereken itkiyi zayıflatır. Bu yüzden ben şimdi, talihimi anlamaya, onu dönüştürmeye çalışıyorum. Kendi içimde kurduğum sahte fırtınaları durdurup, gerçek dünyayla daha doğrudan temas kurmaya çabalıyorum. Çünkü talih, pasif bir armağan değil; doğru kullanıldığında aktif bir sorumluluktur.
Ve belki de işin sırrı şu: Talihli bir insan olmak, hayata bir sıfır önde başlamak değildir. Belki de talih, başına kötü bir şey gelmediği için değil; iyi şeyler gelince onların değerini bilmekle ölçülür. Bir şeyler değerini bilmek için herhalde onları illaki yitirmem gerekmez? Gerekiyorsa açıkçası aptalımdır. Çünkü harekete geçmek için iyi talih de bahane edilemez. Bu düpedüz şımarıklık olur.
Ne bir kırık kemiğim oldu ne bir fiske dayağım, ne bir yersiz travmam ne de hayatımı altüst edecek bir kriz. Ailemin ekonomik durumu harika olmasa da hi yoklukla mücadele etmedim. Ne bir ayakkabıyı üç yıl giymek zorunda kaldım ne de boş bir buzdolabına bakmakla büyüdüm. Aile apartmanında geçen rahat ve güvenli bir çocukluk... Sıcacık, tanıdık, anlaşılır ve bir bakıma... donuk. Güvenliydi ancak belki de fazlasıyla güvenliydi.
Eğitim hayatımda da hiç zorlanmadım. Okula gitmeden harfleri okumaya, sorgulamaya başladım. Sınıfın hep parmakla gösterilen o çocuğu bendim, annenizin ayıla bayıla anlattığı o “komşunun oğlu” da bendim, evet. Ne liseye ne üniversiteye geçerken heyecanlanmadım, zorlanmadım. Bir gram bile fazla çalışmadan seviyemin katbekat altında ama yine de iyi okullara girdim. Sosyal ilişkilerimde de durum aynıydı. Ne aşklarım ne dostluklarım için zerre çabalamadım, daima en iyi insanlar gelip beni buldular. Başıma, bir talih kuşu konmuş gibiydi daima. Sanki şişman mı şişman, oturdu mu kalkmayan, semizlenmeyi seven bir talih kuşuydu bu.
Bugün 25 yaşımda bir adam olarak geriye baktığımda, bu güvenliğin ardında bir çeşit boşluk taşıdığımı fark ediyorum. Büyük, siyah, derin bir boşluk, sanki bir çeşit anlamın eksikliği... Sanki hayat bana hiçbir zaman "Buna rağmen ayakta kaldım." deme şansı vermedi. Arkadaşlarımın yaşadığı ekonomik, sosyal, ilişkisel çalkantıların hiçbirini yaşamadım. Bu, dışarıdan bakıldığında bir lütuf gibi görünse de yıllar geçtikçe bir lanet gibi hissettirdi. Bana sunulan bu rahatlık, bir süre sonra varoluşsal bir tehdide dönüştü.
Bu sanki Maslow'un şu ihtiyaçlar hiyerarşisinde piramidin en alt (fizyolojik ihtiyaçlar, güvenlik vs.) basamaklarını hiç zorlanmadan arşınlamaya ve hızlıca en tepeye (kendini gerçekleştirmeye) sıçramaya benziyor. Bu ihtiyaçların her zaman mücadele gerektirmediğini biliyorum ancak bir görev gerçekten çok kolaysa bu durumun akış hissini bozduğunu da biliyorum. Bu sıçrayış sanki... baş dönmesine benziyor.
Kolaylıklar içinde büyümek, bazı yönlerden sağlıklıdır elbette; çocukluk travmaları olmayan bir birey olmak kesinlikle bir avantajdır. Ancak travmasızlık, ruhun çelikleşmesini de engeller. David Goggins’in dediği gibi zihnin biraz “nasırlı” olmasından zarar gelmez. Biraz aşınmalı ve güçlenmelidir. Aksi halde hiç yumruk yememiş bir boksör nasıl dövüşmeyi öğrenebilir ki?
Benim gölgem hiç zorlanmamış olmak olabilir. Yaşamadığım bu dertleri yaşayan insanları daima küçümseyen bir yanım vardır. Dünyevi sorunlar bana pek sorun gibi gelmez. Fakirlikten, ilişki problemlerinden ya da iş sıkıntılarındna bahseden insanlara bazen terbiyesizce kötü hisler beslerim. Fakat belli ki bu gölge yan, bu zorlanmamışlık beni içten içe suçlu hissettirir. Çünkü o dertleri aşağılıyor olmama rağmen ben de kendi “talihimi” bastırır, onun getirdiği suçlulukla kendi içimi eşeler ve sorunlar yaratırım. Ruhumu didiklemek en büyük uğraşımdır. Çünkü rahatlık bana batar.
Sosyolojik olarak da bir gerçeklik var burada. Türkiye gibi mücadele kültürüyle şekillenmiş bir toplumda, çilesiz büyümek bir tür "aykırılık"tır. Dayak yememiş bir çocuk, sokakta top oynamamış bir genç, ekonomik kriz yaşamamış bir öğrenci olarak çevremdeki herkesle aramda görünmez bir mesafe olduğunu hissederim. Bu mesafe beraberinde yalnızlık getirir, yalnızlıksa yabancılaşmayı doğurur. Kendi sınıfımdan, kendi kuşağımdan uzak hissederim. Dostlarım arasında lakabım “yaşlı” adamdır.
Habitus’umun merkezinde, istikrarlı bir orta sınıf yaşamı vardı. Sözde Müslüman, muhafazakar ancak apolitik, suya sabuna dokunmayan, devlet başa kuzgun leşe diyen ancak sessizce küfürler eden... hani şu yalnız Cuma’yı kılan... Olası krizlere karşı tamponlanmış, büyük iniş çıkışlar yaşamamış bir dünyada büyüdüm. Bu durum, beni pek çok yaşıtımın yaşadığı mücadelelerden muaf kıldı. Üniversite, iş bulma, evlenme, çocuk sahibi olma gibi eşiklerin hiçbirini “ganimet” olarak nitelendiremedim. Bu kolaylık, beraberinde bir sıkışmışlık duygusu getiriyordu. Çünkü habitus’un bana sunduğu yollar netti ancak oldukça sınırlıydı: Ne büyük hayaller kurmama izin verildi ne de büyük korkularla yüzleşmeme.
Bu yüzden bir yerden sonra kendi içime döndüm. Kendi içimde çatışmalar üretmeye başladım. Kendimle tartıştım, kendimi kurcaladım. Jung’un "gölge" arketipinde tarif ettiği gibi, kendi karanlık yönlerimi yapay yollarla kazmaya çalıştım. Çünkü dışarıda karanlık yoktu. İçsel krizlerim, dışsal krizlerin yokluğunda doğdu. Belki de fazla talihli oluşum, beni kendi karanlığımı icat etmeye zorladı.
Ya kahramanın büyük dönüşümü? Küçük Bruce’un ebeveynleri o tiyatro çıkışında ölmüştü, İskender’in halefi Ozymandias biricik aşkını gömmüştü. Peygamberin yahut Atatürk gibi figürlerin karşılaştığı zorluklar... Sevdiklerimizin, hatta bizzat kendi halkımızın bizlere sırt çevirdiği o yüce anlatılar... Peki ya hepsinin ortasındaki ben? Hiçbir şeyini kaybetmemiş, kimsesini toprağa gömmemiş ben... Dünyayı değiştirmek için hiçbir elinde mantıklı tek bir sebebi bile olmayan, yalnız rahat batan ben...
Sisfos kayayı boşuna mı itiyordu?
Talihin bu sessiz biçimi –krizsiz bir hayatın sessizliği– beni hem şükre hem isyana yaklaştırdı. Şükrettim çünkü kıyaslandığında elimdeki pek çok insanın hayal bile edemeyeceği kadar sağlamdı. Ama isyan ettim çünkü bu sağlamlık beni kendi derinliklerimi kazmaya mecbur bıraktı. Ve o kazma çabası, bazen kendime zarar vermeme bile neden oldu. Kimi zaman deliliğin sınırlarında gezindiğimi hissettim. Kendime mi zulmettim? Sisifos kayayı boşuna mı itiyordu?
Bugün dönüp baktığımda, talihimin bana verdiği her şeyi sevinçle anıyorum ama onun bendeki gölgesini de görmekten kaçınmıyorum. Her şey yolundayken bile neden huzursuz olduğumu anlamaya çalıştım ve gördüm ki bazen talih, bir lanet gibi çalışabilir. Zorluk eksikliği, gelişim için gereken itkiyi zayıflatır. Bu yüzden ben şimdi, talihimi anlamaya, onu dönüştürmeye çalışıyorum. Kendi içimde kurduğum sahte fırtınaları durdurup, gerçek dünyayla daha doğrudan temas kurmaya çabalıyorum. Çünkü talih, pasif bir armağan değil; doğru kullanıldığında aktif bir sorumluluktur.
Ve belki de işin sırrı şu: Talihli bir insan olmak, hayata bir sıfır önde başlamak değildir. Belki de talih, başına kötü bir şey gelmediği için değil; iyi şeyler gelince onların değerini bilmekle ölçülür. Bir şeyler değerini bilmek için herhalde onları illaki yitirmem gerekmez? Gerekiyorsa açıkçası aptalımdır. Çünkü harekete geçmek için iyi talih de bahane edilemez. Bu düpedüz şımarıklık olur.
Yorumlar
Yorum Gönder